Paylaş

Mutluluğun ölçüldüğü araştırmalarda ilk sıralarda en zengin ülkeler değil, vatandaşların birbirine en fazla güvendiği ülkeler bulunuyor.

Normal standartlar çerçevesinde düşündüğümüzde elinde türlü imkanların bulunduğu bir toplumun güven duygusunun, kendi elindeki imkanlardan noksan diğer topluma göre hayata ve toplumdaki diğer insanlara daha güvenle bakması beklenmez mi? Araştırmalar öyle söylemiyor.

Endüstrileşme ve üretimin had safhada olduğu 22. yüzyılda, insanların diğer insanlara güven duygusunun sıfıra yakın, en dip derecesinde olduğunu; üretim ve maddi kazanç odaklı bir toplumsal düzenin artarak devam edişinin insan ilişkilerindeki bozulmanın ve toplumsal refah seviyesindeki azalmanın giderek artmasına sebep olacağını düşünüyorum.

Güven odaklı bilinç ve ahlakın en ihtiyaç duyulduğu dönem… Patronların üretim ve kazanç modeline olan inancı, çalışan-patron ilişkisini de aynı oranda etkiliyor. Örneğin üretime dayalı bir sektörde çalışan işçinin günlük ortaya çıkarması gereken miktardan daha az bir miktar ürün ürettiğini varsayalım. Bu durumun önce bölüm sorumlusu tarafından, daha sonra da üst kademelerce hoş karşılanacağını düşünmüyorum. Patron ve üretim ahlakı buna müsaade etmez. İşçinin kendi işlerine yaramadığı, onun yerine ona daha fazla kazanç sağlayabilecek bir başkası ile değiştirilmesi gerektiği kanaatine varacaktır. Endüstriyel ve üretim odaklı ahlakta insan, hemen değiştirilebilir ve yerinin başka birisiyle doldurulabileceği konumdadır. Tüketmesi oldukça basit ve kolaydır. Bu çerçevede işçinin iş ahlakını ve tutumunu düşünelim. İstenen miktarda ürün üretmezse işten çıkarılacağını bilir ve kendini tüketmek uğruna da olsa işini bitirme derdindedir. Patron tarafından her an işten çıkarılabileceğini düşünür. İş çevresi tarafından da her an onun yerini birinin kolaylıkla doldurabileceğinin farkındadır ve çalışma arkadaşlarına tabiri caizse ”ayağını kaydırabilecek” bir profilde bakması muhtemeledir. Bu insanın çalışma ortamında güvene dayalı bir ahlak geliştirmesi tabiki beklenemez ve suçlanamaz. Kademeyi biraz yükseltelim ve patronun gözünden bakmaya çalışalım. Bir patron düşünelim, onlarca rakibi ve güzel bir kazancı olsun. Üretim ve kazanç odaklı patronun yarın daha az kazanmayı göze alabileceğini hiç düşünmüyorum. Durum temel mantıkta yine aynıdır. İstediği miktarda bir ürün üretemediği durumda pazardaki konumu ve miktara bağlı kazancı düşecektir. Bundan dolayı patron şirket çalışanlarına gerekli miktarı üretmeleri konusunda baskı yapacak ve onların iş performansına bağlı olarak işten çıkarılıp yerlerinin kolayca doldurulacağı mesajını verecektir.

Konuya üretim ve iş ahlakından giriş yapmak istedim; çünkü bugün baktığımızda maddiyatın maalesef maneviyatı büyük oranda gölgelediği su götürmez bir gerçek. Üretime ve performansa dayalı bir insan modeli, aldığı ücrete göre toplumda daha fazla ilgi ve beğeni görebileceğini düşünen ve çoğu zaman maalesef öyle olan, günün neredeyse 10-12 saatini iş yerinde üretime bağlı disiplinde geçiren insan, iç dünyası ve benliği maneviyatla tatmin olmuş insan yerine cebini doldurabildiği ve alma hazzı duyduğu ürünleri almaya gücü yettiği kadarıyla tatmin olmuş insandır.

Maneviyatın gölgelendiği ve maddiyatın bu kadar ön plana çıkarıldığı yüzyılımızda insanların varoluşsal ve ilişkisel olarak problem yaşayacağı, bunun gittikçe artacağı da çok açık. Manevi olarak tatmin olma ile ilgilenemeye zaman bulamayan ya da gerekli görmeyen makinalaşmış insan, fabrika ayarları gereği bir dönemde mutlaka infilak edecektir.

Bir ötekinin yaşamak için ortadan kaldırılması gerektiği ve bir yarış havasının hakim olduğu günümüz inanç sisteminde insan güvensizlikle ve bir diğer insanın yanında güvende hissetmeksizin yaşayamaz. İnsan varoluşu gereği sevmek, güvenmek ve bir diğerinin gözlerinde anlaşıldığını, desteklendiğini ve ihtimam gördüğünü hissetmek zorunda.

Maddeselliğin tek doğru ve yaşamak için elzem görüldüğü baskın günümüz ahlak sisteminde, maneviyat tüm zamanların en ihtiyaç duyulan unsuru.
Endüstrileşmiş sistemin tüketime dayalı yarattığı insan modeli çoğunluğa ayak uydurarak ve onlardan farklı olmak yerine tekdüzeliğe bir değer atfederek sadece onu besler. Oysa insan kendindeki farklılıklarla bir değere ve yaşama ait olur. Tekdüzelik beraberinde yok oluş getirir.

İnsanın ve tüm canlıların varoluş ortamlarına bakalım. Nerede tekdüzelik görebiliriz?
Örneğin doğa, çeşitliliği ile yaşamını sürdürür ve yeni varoluşlara ortam hazırlar. Bu yüzden büyüleyicidir. Tek düze bir doğa görülmeye ve tanınmaya değer değildir. İnsanda da bu geçerlidir. Herkesin vazgeçilmezlerinin aynı olduğu bir çerçevede insanın değeri en aza düşer. Belki de günümüzdeki ”herkes aynı” mottosu da bu problemden kaynaklıdır.

İnsan elde ettiği geçici maddi hazlar ile kendini beğendirme ve toplumun çoğunun doğruluk parantezine dahil olmak uğruna sosyal yaşamını bu derece deşifre ederek yaşayamaz. Her deşifre beraberinde bir benlik kaybı getirir. Her anısının sosyal medyada deşifre edildiği benlik, kendini değerli hissedecek ve sığınacak bir vücut bulamayacaktır.

Konuyu sona taşırken söylemek istediğim son cümleler: Endüstriyel üretime ve hızlı tüketime zorunlu bırakılan insan, yaşamı boyunca maneviyat ihtiyacı ve açlığı çeker. Maneviyat açlığının doyurulması ise bireye yaşamda bir bakış ve farklı anlamlar dünyası açar. Bu anlamlar dünyasında kendini bir benlik olarak tanımlayabilme şansı bulan insan diğer bütün türlerinden farklı ve tanınmaya değer, elzem bir kişilik yaratır. Anlam bulan benlik doyum alabileceği nice anlar ve duygularla, deşifre olmadığı ve sadece kendi dünyasında şahsını tanımladığı keyifli bir yaşam sürme şansı kazanır.

Kendim için yazıyorum.

Yorum yap