Paylaş

Günümüz dünyasında var olan senkronizasyon ve temas nedeni ile farklı kültür ve algıların etkileşimi daha yoğun bir şekilde yaşandı. Bu etkileşim ortamında da başat hale gelen ve yaygınlık kazanan kültürler ve algılar oldu tabi ki.

Tüm bu değişim ve gelişmelere karşı üretilen çözüm yolu ise farklı olana tahammül ve farklı olan ile yaşayabilme becerisi olmuştur.

Olumlu gelişmelere rağmen iki sorun varlığını devam ettirdi:

  • Kendisini belli bir inanca dayandıran kesimin uyum sorunu
  • Kendisini belli bir inanca dayandıran kesime karşı empati ve onun algı dünyasını anlama sorunu

Bunun temelinde de varlığa ve var olmaya dair algılar yatmaktadır diye düşünüyorum.

Örnek olarak da insanın var olma serüveni ve Hz. Adem’in (a.s.) hayatı ile ilgili anlatılanları seçmek istedim.

Bakara Suresi 30: Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar: “Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.

Yeryüzünde var olma kararımızın verildiği ilk ana dair olan bu ayet tefsir tarihinde önemli olan ve üzerinde bir hayli tartışmanın yapıldığı bir ayettir.

Bu ayetin bahsettiği yeryüzü halifeliği serüvenin başlaması dönemi ile ilgili Müslüman algı nasıldır diye Peygamberler tarihini tekrardan gözden geçirdim.

Eleştirmek ya da küçümsemek için kaleme almıyorum; fakat okuduklarımdan yola çıkarak diyebilirim ki biraz fantastik, biraz naif ve çocuksu buldum yazılanları. Ancak bunu doğal karşılıyorum.

Çünkü inanca dair düşünce tarzında ve bunlarla ilgili yazılarda zaman ve mekân sınırları; mantığın kalıpları bulunmak zorunda değilmiş. Onu anlıyorum.

Arkeoloji ve tarihin bakış açısında evrimsel, aşamalı ve birikime dayalı bir süreç söz konusudur. İnsanın yerleşik yaşama geçmesi, yazıyı bulması, alet üretmesi, tarım ve hayvancılığı öğrenmesi binlerce yıl almıştır.

Dinlere dair uygulamalar, kavramlar, algılar, ritüeller, varlık ve Tanrı tasavvurları birbirlerini etkilemiş; primitif bir anlayıştan daha kompleks ve karmaşık anlayışa doğru seyir takip etmiştir. Tek Tanrıcı, vahye ve Peygamberliğe dayanan dinler çok sonraları ortaya çıkmıştır. Hatta tek tanrıcı dinlerdeki birçok şey eski inanışların şekil değiştirmiş halidir.

Buna karşın, inanan bir zihinde bunların oluş şekli çok basittir. Allah insanı yaratmıştır. Dine ve hakikate dair, yaşamaya dair ne varsa ona öğretmiştir. Daha sonraki nesiller bunları değiştirmiş, çarpıtmış ve sapmışlardır. Bilgiler ve algılar olgunlaşarak hakikate ulaşılmamıştır. İnsanlar zamanla hakikatten sapmış ve tahrifatta bulunmuşlardır. Dolayısı ile farklı kültürlerde bulunan ve vahye dayanan dinlerde de görülen o ortak yönlerin var olmasının nedeni hepsinin köken olarak ilk Peygambere/Peygamberlere dayanmasıdır.

Hz. Adem ve İnsanlığın Başlaması Örneği:

Bir görüşe göre Hz. Âdem (a.s.) yeryüzüne indiğinde Mekke bölgesine değil de Hindistan’ın dağlarına inmiştir. O dönem için belki de zorluğun, fantazyanın ve uzaklığın sembolü idi orası. Hz. Havva da kadın olması hasebi ile daha güvenli sayılabilecek bir yer olan Mekke bölgesine iniyor.

İşledikleri hatanın ilk karşılığı ayrılık acısı olmalı ki böyle takdir edilmiş olsa gerek. Ancak asıl sorun ayrı düşmeleri değildir yazılı eserlerde; asıl sorun nasıl kavuşacaklarıdır.

Çözümü ise ya Hz. Adem’in boyunu onlarca metre büyük algılamakla ve dolayısı ile çok hızlı yol alabilmesi ile bulmuşlar ya da zaman ve mekanın sınırlarından azade olmak için Cebrail’in desteği ile bulmuşlar.

Bu yazıda asıl ele almak istediğim konu bu zihin tarzının sorulara cevap bulma ve sorunlara çözüm üretme tarzı olacaktır. Bunu bazı örnekler ile anlatmaya çalışayım.

 

– Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzüne indikten sonra nasıl hayatta kalabildiler?

Yeryüzüne indiklerinde Allah onlarla birlikte öküzü, örsü, çekici, ekmeleri için tohumları da indirdi. Cebrail çiftçiliği ve demirciliği ona öğretti.

Ka’benin temelleri onun döneminde atıldı ve inşa edildi. Cebrail ona ibadet etmeyi, haccı-umreyi-tavafı öğretti.

Hz. Adem’e inen vahiyler sahifeler haline getirildi. Dolayısı ile Cebrail’den  okuma yazmayı da öğrendi.

Ölülerin kefenlenmesini ve gömülmesini de Cebrail öğretmiştir.

Bu yaşam, aşina olduğumuz eski dönemlere ait köy yaşamının imkanlarını barındırmaktadır aslında. Hayatta kalmak ve Peygamberlik görevini ifa edebilmek için ihtiyaç duyulabilecek tüm imkana ve ortama sahiptir Hz. Adem (a.s).

 

– Küfür ve şirk nasıl ortaya çıkmıştır?

Kardeşini öldüren Kabil’e sürgün cezası verilmiştir veya kendisi kaçmıştır. Kabil ve karısı aile içinden sürülmüş ve dağdan aşağı gitmiştir. Sürgün yeri de Yemen olmuştur.

Dolayısı ile küfür ve şirk babadan oğula/kıza, nesilden nesile aktarılmıştır. Şeytan kötüyü güzel göstermiş ve küfrü fısıldamıştır ona/onlara. Kıskançlık ve günah şirke ve küfre dönüşmüştür.

İlk putlar da babadan görülen ibadet usullerinin basit temsilleri ve onlardaki mabedin/Hz. Adem’in naaşının bulunduğu sandığın/tabutun yerine geçen sembol idi. Daha sonra nesilden nesile aktarılınca bildiğimiz anlamda putlar ortaya çıktı. Aynı dönemde ateşe tapma da başladı.

Başka dikkat çeken bir konu da Hz. Adem’in yolunu takip edenler dağlarda yaşamaya devam etmişlerdir. Kabil’in yolundan gidenler de ovalarda yaşam sürmüşlerdir. Hatta ovalarda yaşayanların eğlence ve ateş etrafında dans etme sesleri dağlardakilere ulaşınca merak edenler aşağı indiler ve onlar da saptılar. Bu şekilde merak edenler arttıkça küfür/şirk ehli arttı ve iman ehli azınlıkta kaldı.

Tarihi metinlerde bunların farklı varyantları ve açıklamaları bulunabilir tabi ki.

Hz. Adem (a.s) isimleri, hakikati, dini Allah’tan aldı. Tevhidi ve ibadet şekillerini kavmine; aslında çocuklarına öğretti. Önce tevhid ve hakikat vardı; sonra şirk ve batıl türedi.

Değerlendirme ve sonuç:

– Bu tarih algısında avcı-toplayıcı dönemler ve göçebelik yoktur. Çiftçilik, ekip-biçme, hayvancılık en baştan beri vardı.

– Ateş yakmayı ilk insanlar biliyordu.

– İlk insan Hz. Âdem (a.s.) okuma ve yazma becerisine sahipti.

– Günümüzdeki uygulamanın aynısı sayılabilecek şekilde hac-umre-namaz ilk insan ile birlikte vardı.

– Bu tarih algısında buz devri, kıtaların ayrılması, ateşin nasıl yakılacağının bilinmemesi, yazının bulunma serüveni yoktur.

– İnsanlar doğal olarak yüzlerce yıl yaşamaktadır. Yaşadıkları yıl miktarı ve beden ölçüleri bizden çok farklıdır.

– Bu tarih ve sosyoloji algısında olaylar direkt olarak Allah’ın ve Şeytanın müdahalesi ile açıklanır. Allah (c.c.) (hayat için gerekli olan her şeyi) Peygambere öğretir; Peygamber de kavmine/ailesine. Bazı uygulamalar ve ibadetler için Allah melekler görevlendirir ve melekler uygulamalı olarak öğretme görevini üstlenirler. Küfür ve şirk de Şeytanın müdahalesi ile ortaya çıkar. Şeytan gerekirse insan kılığında görünür, gerekirse onlara fısıldar ve kötü olanı güzel gösterir.

İşin özeti bu algıda sosyolojinin ve psikolojinin kuralları geçerli değildir.

Dinler tarihi, tarihi devirler, buluşlar, sosyal ve siyasi olaylar, insanın doğal düşünme tarzı, insan beyninin ve algılamasının evrimi, yaşamın ve farklı inançların inancınızı etkilemesi ile ilgili süreçler konu dışı/gündem dışıdır.

Tarih ve sosyoloji algısı çok basit ve sadedir. Allah insanı yaratmıştır. Her kavme onlara ait peygamberi yollamıştır. Tevhidi, ibadet şekillerini ve hakikati onlara bildirmiştir. Daha sonra şeytanın ayartması ile insanlar şirke düşmüş ve küfre dalmışlardır.

Bu tarih algısında türlerin var olma şekli, zaman içindeki değişmeler, çeşitliliğin oluşum şekli ve aşamaları konu ve bahis dışıdır. Nuh tufanında bile Hz. Nuh (a.s.) her canlı türünden gerekli miktarda gemiye almıştır. İnsanlığın ve türlerin devamı bu sayede sağlanmıştır.

Yok olan türlerin yerine aynısını veya farklı olan bir türü yeniden yaratmak Allah için zor değildir.

“Kun fe yekun” “Ol der, oluverir”

Bence sorun da burada başlamaktadır.

Rahman Suresi/19-20: O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. (Ama) aralarında bir engel vardır; birbirlerine karışmazlar.

Vahyin arzusu tevhit ve şirkin, hak ile batılın birbirinden ayrılmasıdır. Tevhide dayalı iman ve ibadetler bir anlamda iki denizin birbirine karışmasına engel oluyordu.  İnanca dayalı devlet yapıları, sosyal birliktelikler de bu ayrımlaşmayı destekliyordu. Ne var ki günümüzde iki deniz birbirine karışmış durumdadır. Memnun olsak da olmasak da.

Bu senkronizasyon ve temasın bir sonucu olarak Müslüman tarih ve varlık algısı sorgulanmaktadır. Sınamaya tabi tutulmaktadır. Bu sınamayı sadece Müslüman olmayanlar değil Müslüman olanlar da yapmaktadırlar.

Bizler için bu tarih anlatısı ve varlık algısı ile yüzleşmek, arkeoloji-antropoloji ve bilimsel tarih ile karşılaştırmalı bir yeni yöntemin benimsenmesi kaçınılmaz olmuştur artık.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap