Paylaş

2050 yılında dünya nüfusunun %70’inin kentlerde yaşaması öngörülüyor. Ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer pek çok alanda olumlu olumsuz yansımalarının olacağı muhakkak.
Alışkın olduğumuz düşünce tarzı gereği hemen bu öngörünün gerçekleşmesi durumunda meydana gelecek olan sıkıntılara ve yaşanacak değişimlerin sakıncalarına odaklanırız. Ancak durumu değerlendirmek ve analiz etmek yerine yargılamak ilkel ve savunmacı bir reflekstir.

Kentleşmenin en bariz sonuçlarını ve yansımalarını güncel yaşantımızda çok rahat gözlemleyebiliriz aslında. Gündelik yaşamın yoğunluğu ve sıradanlaşan doğallığı içinde bunu fark etmek zor olsa da bir kaç tane örnek bu değişimin nasıl olduğunu ve kırıcılığını gözler önüne sermektedir. Kırsal/geleneksel yaşam tarzının kentlerde sırıtmasının en somut örneklerini taziye çadırlarında ve düğün salonlarında görebiliriz.

Köylerde yaşayanlar vefat durumunda yaşananları daha iyi hatırlayacaklardır. Birincisi o köydeki hemen herkes akraba idi. Dolayısı ile cenaze tüm köylüye ait olarak kabul edilirdi. İnsanların cenaze evinde toplanması yoğunluğa ve yorgunluğa neden olsa da bu kalabalık ortam müthiş bir psikolojik destek sağlardı. Başsağlığına gelen misafirler küçük gruplar halinde farklı komşular tarafından yemeğe götürülürdü. Keder de yük de paylaşılır ve azalırdı.

Kentlerde köyün işlevini taziye çadırı veya dernek lokali görmektedir. Buradaki toplanma bir nevi formalite şekline de bürünmektedir. Şehirdeki apartman dairelerine misafir olmak da misafir kabul etmek de zordur. Köydeki bir odaya 10 misafir sığar da şehirde 200 metrekarelik bir daireye 3 kişi sığamaz. Sığsa da rahat edemezler. Dolayısı ile kentte cenaze sonrası dayanışma ve buluşma Fatiha okumaktan öteye geçemez.

Benzeri bir durumu düğünlerde de görmekteyiz. Köy düğünlerimizde damat evi ve gelin evi olurdu. Eğlenecek olanlar, oynamak isteyenler o evlere gider ve eğlenceye katılırlardı. Çocuklar ise genelde dışarıda kendi aralarında oyunlar oynardı. Eğlence ve oyun ile işi olmayan yetişkinler ve yaşını almış kişiler ise oturup çay eşliğinde muhabbet edecekleri, dinlenecekleri, yemek yiyecekleri farklı bir mekâna giderlerdi. Herkes istediği ortamda istediği şey ile meşgul ve memnun…

Cenaze törenleri için insanlara dar gelen apartman daireleri düğünler için de uygun değildir artık. Bu nedenle düğün salonları, düğün sarayları inşa edildi.
Kulakları sağır eden bir müzik, halay çekilecek daracık bir alan, ağlayan bebekler ve yerinde durmayan çocuklar, dekolteli bayanlar, çarşaflı teyzeler, masanın bir köşesine sinmiş ve ortamdan bunalmış amcalar/dedeler ve bu karmaşada verilen uyum mücadelesi

Buradaki asıl sorun taziye çadırı/dernek lokali veya düğün salonu değildir tabi ki. Bu yaşanan uyumsuzluğun ve çarpıklığın asıl nedeni kırsal yaşamın rahminde hayat bulmuş uygulama ve ritüellerin kent yaşamında kendi doğallığı ve güzelliği ile var olma imkânına sahip olamamasıdır. Tüm entegrasyon ve uyarlama çabaları boşa gitmektedir.
Zamansal anlamda kentlilik ve mekânsal anlamda kentleşme iki şeye sebep olmuştur: “Kırsal olandan kopma ve geleneksel olandan vazgeçme.” Bunun doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmıyorum. Sadece bunun kaçınılmaz olduğunu vurgulamaya çalışıyorum.

Gelenekte ve kırsal yaşamda öncelenen şeyler uyum ve birliktelik idi. Kent yaşamında öncelenen şeyler ise özel yaşam ve farklılıktır. Damak tadı uyum ve birlikteliğe göre şekillenenler kentlerde de aynı tatları bulmak istiyorlar; fakat bu mümkün olmayacaktır. Yüzlerde okunan bu mutsuzluğun ve duygusal karmaşanın nedeni de budur zaten.
Bu kentleşme sorununu sadece kırsal ve geleneksel olandan kopan bizler yaşamıyoruz. Tarihsel ideolojilerinden vazgeçemeyen ve ideolojilerini süslü kelimeler ile pazarlayan modern giyimli, takım elbiseli ve kravatlı kesimde de aynı sorunu görüyoruz.

Zamanında modernite adına inançlara savaş açanların tek derdi inancın yerine ideolojisini ikame etmekti. Ancak değişen zaman ve kentleşme onlara da yaşam hakkı tanımadı. Sanırım bizler bu gerçeği kabul etmeye daha yakınız. Ancak kendilerinin hala duydukları tek ses kendi mikrofonik sesleridir.

Bunun son örneğini (ki, ilgili Profesör düşüncesini daha önce de dile getirmişti) etik ilkeleri gerekçe göstererek başörtülüden Psikolog, Psikiyatrist, PDR Uzmanı olamaz denmesinde gördük.
Olayı klasik bir din düşmanlığı, inançsızlık ve başörtüsü düşmanlığı olarak değerlendirmiyorum. Böyle bir tavrı da sığlık olarak görürüm. “Sen Kimsin lan, haddini bil!” minvalindeki değerlendirmeler ve eleştiriler ergence bir tavır olmanın ötesine geçemez.

Burada asıl sorun, Üstün DÖKMEN’in yaşanan gelişimleri, değişimleri ve hatta dönüşümleri görmemesi, belki de görmek istememesidir. Kendisini kendisine havale ederek şunları söyleyebiliriz:
• PDR Uzmanı, Psikolog, Psikiyatrist gibi mesleklerin bulunduğu ülkelerde ve dünyada inançların etkisi, yaşamı belirleme gücü, insanları kısıtlama yeteneği kalmamıştır.
• Siyasal ve organizeli çalışmaları bir yana bırakırsak insanların çoğu artık birbirlerini inançlarına ve simgelerine göre değerlendirmemektedirler. Sadece böyle olması için ortam köpürtülmektedir.
• Ülke insanının yüzde doksanı aynı silindirin altında ezildiği için artık kimse başkasının ne olduğu ile ilgilenmiyor. İlgilenmeye mecali de kalmamaktadır. Herkes kendisinin ne yapabileceği ve nasıl hayatta kalabileceği ile meşgul durumdadır.
• Kentliliğin dönüştürücü özelliği ideolojik ve inançlı yaşamaya çalışan herkesi etkilemiştir.
• Artık başörtüsü siyasal ve inanca dair bir simge olmaktan çıkmıştır. Şapka takmanın ideolojik anlamı nasıl kayboldu ise kıyafetin de anlamı aynı şekilde kaybolmuştur.
• Uyum ve birliktelik motivasyonlarının kaybolması ile birlikte kentliliğin insana kabul ettirdiği kavram “tercih” olmuştur. Ve bu “tercih” kavramı herkes tarafından içselleştirilmiştir de.
• Artık eski Türk filmlerinde gördüğümüz o sahneler (köy ağası, gelip topraklarının başına geçsin diye oğlunu zorla mühendis yapmaya çalışmaktaydı veya etek giyen genç kız arka mahallelerden caddeye çıkınca eteğini yukarı doğru bükerek mini etek haline getirirdi) kalmadı gerçek yaşamda. Çarşaflı anneler ile başı açık taytlı kızlar kol kola alışverişe çıkmaktadırlar. Eleştiri ve aşağılamanın odağı olan ve inançlı diye tabir edilen kesimlerde farklılık bir sorun olmaktan neredeyse çıkmıştır. Ve fakat papyonlu modern beyler kendi kızlarının başörtüsü takma tercihlerine tahammül edememektedirler.

Kentliliğin ilk kabul ettirdiği tavır şu olmuştur: Başkasına, farklı olana aldırmama ve ortak yaşama becerisi. Bu beceriyi insanımızın çoğu başarmış durumdadır.
Bu ortak yaşama becerisi siyasi cenahların işine gelmemektedir; çünkü o zaman konsolize olma imkânları azalmaktadır.

Kendisini bir nevi “Üstün” gören ideolojik akademi kafalı kesimler de bu becerinin oluşmuş olmasını görememektedirler. Belki de hala eski tarihi ideolojik sevdalarından vazgeçememişlerdir.

Ne diyelim, kendilerine şifa dileriz.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap