Paylaş

Modern dünya hali hazırdaki duruma bir anda ulaşmadı tabi ki. Her bir şeyin tekamül aşaması olduğu gibi bu, dünyada da söz konusu oldu. Hoş gerçi modernleşmeye ne kadar kemalat seviyesi denilebilir o da ayrı bir mevzu.

Avrupa son dönem atılımları ile Doğu medeniyetlerinin önüne geçmeye başlamıştı. Rönesans, Reform, Sanayi inkılabı derken Avrupa bilim ve sanayileşmede ciddi atılımlar ortaya koydu. Bu ciddi atılımlar iş gücü açığını doğurdu. Bu iş gücü açığını gayri ahlaki yollarla kapamaya çalışan Avrupa insani facialara yol açarken, en masum biçimde 6-8 kişilik odalarda koğuş sistemi yaratarak havasız küçücük odalarda insanları daha çok çalışmaya zorladı. Henüz iş bilinci olmayan işçilerde o dönem nice kayıplar vuku bulmuştur. Bu etik olmayan iş ahlakının en uygun olanını, belki de bugünkü şartlara en yakın olabileceğini ise kendi yurttaşlarına uygulamaya başladı. Zira iş gücü ihtiyacı her geçen gün daha da artmaktaydı. Sanayi kurulan yerlerin yakınlarındaki yaşam alanlarından iş gücü tedarik etme yoluna gidildi.

Köyde yaşayan Avrupalı köylü iş gücü olduğunun bile farkına varamadan 14-16 saat arası, bilumum iş üretimi yapan fabrikalarda çalışmaya başladı. Tarihlendirirsek aşağı yukarı 18. yy sonu 19. yy başlarına tekabül etmekte. Sanayileşen Avrupa ile beraber, çevre köylerde, sabah tavuğundan yumurtasını alan, kendi bahçesini aile içi tüketim için eken, varsa tarlasını ticari amaçlı eken ve bütün bu işleri yaparken de çocuğunu anne babasına emanet eden, evin geçimi için mutlaka bağında bahçesinde çalışmak zorunda olan kişiler de modernleşti. Ve fabrikalarda 14-16 saat çalışarak evin geliri daha da artırıldı. Maddi olarak daha müreffeh bir yaşama doğru adım atıldığı sanıldı. Evi fabrikaya yakın olanların sabah-akşam yarım saatten bir saat, uzak olanlar ise birer saatten iki saatleri yolda yürüyerek geçti. Ama olsun yol boyunca günün nasıl geçtiği üzere konuşarak yürürken tüm stresini attı ya da attığını düşündü. Günde iki saati yolda yürüyerek geçiren genç ebeveynler eve geldiklerinde 16 saat çalışmış ve eve yürüyerek dönmüş olmanın yorgunluğu ile anne babasına hal hatır soramadan, çocuğuyla vakit geçiremeden yorgunluktan uyuyakaldı. Haklılardı zira yoğun çalışıyorlardu. Bir an evvel de uyuması gerekiyordu ki sabah tekrar fabrikaya gidebilsin. Aksi takdirde işsiz kalmak istemiyordu. Yoksa ev nasıl geçinirdi? Geç gelip erken kalkan, yorgunluğu sıradanlaşan genç ebeveynler bu işin böyle gitmeyeceğini anlamışlardı ama çözüm üretemiyorlardı. Bir şey yapmamız gerek diye düşünürken imdatlarına fabrikanın karşısına 8-10 katlı bir apartman diken müteahhit yetişti. Aradıkları şey işte tam olarak buydu. Eğer burada bir ev kiralarlarsa yolda harcadıkları vakti evde geçirebilirlerdi. Öyle de yaptılar. İşe yakın olandan ev tutup “löküs” hayatın perdesini aralayan genç ebeveynler mutlulardı.

Küçük bir iki; gurbet gibi, anne baba özlemi gibi, çocuklara kim bakacak gibi, eşiyle mesailerin çarpışması ve görüşememe gibi, çocukların her iki ebeveyni de aynı anda yanlarında görememesi gibi, problemleri vardı ama bu herkesin problemiydi ve herkese ait olan bir soruna kısa sürede mutlaka çözüm üretilirdi. Tek sosyalleştiği yer tezgâhın başında pamuk dokurkenki halleriydi. Ama yine de çoğu mutluydu çünkü apartman hayatının getirdiği mutluluğu yaşıyordu. Kent hayatı yaşıyor olmanın hazzını hissediyordu. Ayrıca artık bir emeklilik planı da vardı. Onun için artık köy hayatında hayal olan emeklilik kent hayatıyla emeklilik hayaline dönüşmüştü. Eşini düşündü genç erkek; işe başlarken gebe değildi ama şimdi karnı burnunda idi. Acaba fabrika yönetimi ne der, doğuma izin verirler mi çocuklara nasıl bakacağız kim ilgilenecek derken…

Aslında hikâye iyi gidiyordu, neyse ki bu hikâye bizim hikâyemiz değil, Avrupa’nın hikâyesi. Hikâyeleştirerek anlatmaya çalıştığım bu süreç tarih kitaplarına medeniyet, modernleşme süreci, uygarlaşma lügati ile geçti. Freud bu duruma: “İnsanlığın mutluluğu pahasına gelen uygarlık” diyor. Evet, bizler özellikle son nesiller mutluluğumuz pahasına gelen uygarlığın farkında değiliz çünkü uygarlığın içine doğduk. Kimilerimiz medeniyetin eksikliğini geç de olsa hissetti ama yeni bir medeniyet yaratamadan uygarlığın çarkları arasında eridi gitti. Bu sebeple apartman kültürü bizim için gayet normal, hatta “apartmansız nasıl yaşanır ki”ye dönüşen bir hâl aldı. Mesela şuan yaptığım iş olmazsa ben ne iş yaparım, hamdolsun işim var, her ne kadar yoğunluktan şikâyet etsem de… Evim var mesela, hem de apartmanda, her ne kadar kira bile olsa. Çocuklarım var örneğin, her ne kadar kim bakacak diye bir kaygım olsa da. Olsun, özgürüz hamdolsun. Mesela iş yeri yemek veriyor, öğlen ve akşam olmak üzere. Saat 12-13 arası öğlen, 17-18 arası akşam; ama ben istersem çıkmam o yemeğe çünkü özgürüm.

Sanayileşme ile değişen, gelişen dünya; sanayileşmiş kentler, iş ve üretim üzerine kurulu bir hayat yarattı. Esasen buna bir nevi fanus diyebiliriz. Yaratmış olduğumuz bu fanusun içinde suni bir hayat kurduk. İnsana tabii olan gerekirken biz suni olana gark olduk. İnsana tabi olan tabiat gerekirken bizler suni olan kenti tercih ettik. İçinde bulunduğumuz fanusta aşırı korumacıyız. Her yerimiz beton bloklarla çevrili, güvenlik hat safhada ve kendimize problemsiz, içinde sadece bizim var olduğumuz bir hayat var etmeye çalışıyoruz. Kentin sivrisinekleri bile etkisiz ısırıyorlar. Bunu en son Kastamonu Küre Dağlarındaki sivrisineklerle bizzat test ettim. Korumacı ve koruduğumuz yönümüzle aslında daha çok açığa maruz kalıyoruz. Korumacı yönümüz bizi savunmasızlaştırıyor.

Ben sobalı evde büyüdüm ve bunu kendi kişisel gelişimimde kıymetli görüyorum ve kızıma üzülüyorum. Bir apartman dairesinde üst komşunun yarattığı seslerle, “altta polis var kızım kim bilir ne zaman geldi ses yapma”larla büyüyor. Muhtemeldir annem de bana üzülüyordur. Yemyeşil uzanan meraları göremedi, gönlünce toprakta, bahçede zaman geçiremeden büyüdü diye. “Yasin sinirlidir, streslidir kim bilir ne zaman toprağa dokundu” diye hayıflanıyordur.

Hülasa efendim çoğunluğumuz şimdilerde bu “löküs” hayatın simgesi, tepeleme yaşam belasına gark olmuş bulunuyoruz. Ha belki aramızda paraya malik olanlar şehir yaşamı içerisinde apartmansız bir yaşama sahip olabiliyorlar. Bütün bunlar ise halk için kocaman bir ütopya.

Biz ise apatmanlı “löküs” hayatımızda rahatlıkla gökyüzünü dahi göremiyoruz. Gece yıldızları kim bilir en son ne zaman gördük. Medeniyeti uygarlık sandık, şehri de kent.

Yazar, çizer, fotoğraf çeker. Çayı sever, evli, bir kız ve bir oğul babası.

Yorum yap