Paylaş

İnsanoğlu sorun yaşadığında, doğal bir eğilim olarak en kestirme yoldan analiz yapmaya ve yaşanan durumun nedenini anlamaya çalışır. Sorun çözme ve kriz yönetme becerisi zayıf olan kişi ve toplumların genelde bulduğu yöntem “suçlu” aramaktır. Bu suçlu ve suçlular ya şimdidedir veya geçmiştedir. Suçlu arayanlar bir nevi durumu kavrama ve çözüm üretme külfetinden kurtulmaktadırlar.
Değişim ve gelişmenin çok hızlı olduğu günümüzde de kendisini geri kalmış olarak değerlendiren kesimlerin yaptığı da biraz budur aslında. Ülkemiz için düşündüğümde, kimisi Osmanlı sonrası yönetimi suçlamaktadır, kimisi de günümüz yöneticilerini. Her iki kesim de tarihsel alışkanlık sonucu ideolojik davranmakta ve gelişimin tabiatı ile ilgili derinlemesine değerlendirmelerde bulunmamaktadır. Bunu yapabilmek için (aynı tarihin ürünü, aynı ülkenin evladı ve aynı sorunun nesnesi olduğu halde öyle değilmiş gibi davranan kişilerin) “Biz ve Onlar” kompleksinden vazgeçmek gerekir.
Ben şimdilik birbirine çok benzeyen her iki dönemde alınan kararlar ve yürütülen süreç ile ilgilenmeyeceğim. Sorun olarak gündeme getirilen konu “Gelişim”, “Gelişme” olduğuna göre önce bu kavramı ele almaya çalışacağım. Bunu yaparken de Psikoloji literatüründen istifade edeceğim doğal olarak.
Bazen bir durumu çok yönlü olarak ele almak ayrıntıda boğulmamıza ve en sade halini görmemize engel olmaktadır. Bu nedenle basit ve sade düşünmeyi tercih ediyorum.
Başka bir yazımda devleti aileye benzetmiştim. “Anne ve babada, aile içi ilişkilerinde sorun varsa; bu sorun çocuklara yansıyacaktır. Devlet organizasyonunda var olan sorun, başıboşluk, dirayetsizlik topluma hemen yansıyacaktır.” demiştim. Benzer bir mantığı toplumsal gelişim için de kullanıyorum. Bir çocuğun/bebeğin gelişimini, gelişim ilkelerini anlayabilirsem toplumsal gelişmeyi ve bunun dinamiğini de anlayabilirim diye düşünüyorum.
Gelişim: Olumlu yönde ve pozitif bir durum diye ifade edilebilecek sistemli davranış değişikliğine gelişim diyebiliriz. Doğumdan ölüme kadar devam eder. Gelişim bir süreçtir.
Büyüme: Organizmada yaşanan somut nicel, fizyolojik, gözüken artıştır.
Olgunlaşma: Organlarımızın kendisinden beklenen fonksiyonları yerine getirebilme düzeyine gelmesidir.
Hazır bulunuşluk: Bireyin bir davranışı öğrenip yapabilmeye artık hazır olmasıdır.

Bir bebeği ele alırsak, konuşması için önce fizyolojik anlamda konuşma organlarının sağlam olması gerekir. Bu sağlıklı halin süreç içinde sıkıntıya uğramadan devam etmesi de gerekir. Ardından bir yaşantı süreci başlamalıdır. Yani etrafında onunla konuşan, iletişim kuran, tepki veren, doğru sesleri pekiştiren kişilerin olması ve çocuğun onlarla birlikte konuşmayı öğrenmesi gerekir. Bu süreçte en önemli koşullardan birisi de hazırbulunuşluktur. Tüm bu parçalar bir araya geldiğinde ve doğal süreç işlediğinde konuşma gerçekleşir. İşte bu sürecin hepsine gelişim deriz.
Toparlayacak olursak, gelişim için organizmanın uygun ve hazır olması, zaman içinde olgunlaşması, hazırbulunuşluğun olması, bir yaşantı sonucu öğrenmenin gerçekleşmesi gerekir. Tüm bu sürecin sağlıklı, olumlu ve sistemli bir şekilde işlemesi sürecidir gelişim.
Daha da basitleştirelim, bebeğinizin konuşma organları (dil, diş, burun, gırtlak vb) sorunlu ise, onunla iletişim kuran kimse yoksa, işitme organı normal değilse, henüz beş aylıksa; yani olgunlaşmamış ve konuşmaya her açıdan hazır değilse konuşmaz.
Bu açıdan Osmanlı sonrası Türkiye’mize baktığımızda gelişmemesi için tüm şartlar yerine getirilmiş diyebiliriz. Değişimin üstten alınan karar ile başlaması, hayal edilen yeni kültürün ve medeniyetin olgunlaşabilmesi için fırsat verilmemesi, değişmesine karar verilen toplumun hazırbulunuşluğuna dikkat edilmemesi, öğrenme ortamının şiddet içeren mahkemeler-yasalar ve kanunlar ile düzenlenmeye çalışılması, bebek ile Türkçe konuşup İngilizce konuşmasının beklenmesi gibi uygulamalar ‘gelişmeme’yi günümüze kadar getirdi. Bunları düşündüğünde, maksat zaten gelişmemekmiş diyesi geliyor insanın.
Değişmeyi ve hatta büyümeyi gelişim olarak zannetmek büyük bir hatadır. Bebekte kilo artışı ve ağzının büyümesi, konuşma anlamında gelişimini tamamladığı anlamına gelmemektedir. Kanunların ve yasaların değişmesi, üretim tesislerinin ve fabrikaların artması; yani büyüme ve değişme gelişme olarak tamamlanmayacaktır. Bu süreçte dikkate alınmayan en önemli unsurlar: Değişimin bünyeye uygun olmaması, olgunlaşma ve hazırbulunuşluk unsurlarına aldırmamak olmuştur. Bu da asla sona ermeyecek bir çatışma ve kaosun zeminini hazırlamıştır.
Tabi ki bu durum tarihsel bir konu ve geçmişi şimdi ve burada değiştiremeyiz. Eminim ki bunları ve daha fazlasını birileri fark edip düşünmüş ve tespitlerde bulunmuştur. Peki ya arzu ettiğimiz gelişmeler, değişimler, atılımlar, muasır medeniyetlerin(!) üstüne de çıkmalar neden şimdi de gerçekleşmiyor? Nihayetinde toplum büyük oranda değişti ve direnç unsurlarının çoğu etkisini kaybetti.
Gelişim sürecinde yaşanan ve bahsetmeye çalıştığım o sorunları bir yana bırakırsak önündeki en büyük engel “korku”dur. Gelişim ile korku bir arada bulunamaz. Yani korku, gelişim diye tarif ettiğimiz o sürecin sonucunda beklediğimiz olumlu değişimlere engel olur ve ket vurur. Değişmeye dair, değişirsek bir şeylerin elimizden kaçacağına dair olan korku, bana göre en büyük dirençtir bu süreçte.

Korkunun kökeni;
Elden gidecek olan şeylerin sayısı arttıkça değişmeye ve diğer anlamda gelişmeye karşı direnç ve savunma da artar. Namus elden gidecek, din gidecek, vatan gidecek, aile gidecek, evlat gidecek, kültürümüz elden gidecek, kazanımlarımız gidecek; bizi biz yapan ne varsa elden gidecek…
Bu gidecek olan şeylerin insanda uyandırdığı ana duygu (güvensizlik kaynaklı) korkudur. Korkunun insanda ortaya çıkardığı ana tepki ise “primitif (çocuksu) savunma tepkileridir. Anne kucağına kaçış, güvenli alanda durmaya çalışma, birilerine ve bir yerlere sığınmaya çalışma tepkileridir bunlar. Direnme ve sığınma tarzındaki bu korku ilişkisini anne ve çocukta gözlemleriz. Peki, bunda ne sorun var ki?
Başınıza bir şeyler gelecek diye annenizin sizi sokağa çıkarmadığını, okula yollamadığını, başka bir şehirde üniversite okumanıza izin vermediğini, sizi elden kaçıracak diye evlenmenize izin vermediğini, yurt dışı iş imkânlarını asla kabul etmediğini… düşünün.
Dolayısı ile gelişim dediğimiz bu sürecin vazgeçilmezidir kendine güven ve riski göze alma. Kendimize güvenmemiz için, kendimizi tanımamız, bağımlı bir tabiata sahip olmamamız, geçmişimiz ve geleceğimiz ile barışık olmamız gerekir.
Değişim kaçınılmazdır bu hayatta. Bizim arzu ettiğimiz şey ise bunun olumlu ve ileri yönde (ki, bu da gelişimdir) olmasıdır. Tarihi hatalara düşmeden, olgunlaşmayı ve hazırbulunuşluğu göz ardı etmeden; yaşantıya ve sürece önem vererek…
Değişim ve gelişimi tasarlayan zihinlerin bilmesi gereken başka bir konu da şudur. Çocuk eğitiminde öncelik sırasına göre şu sırayı tavsiye ederiz:
Duygusal Gelişim (Önce kendisini güvende hisseden, sevildiğini hisseden, kendi benliği ile barışık, mutlu, huzurlu, seven bir çocuk)
Sosyal Gelişim “Ben ve O” ayırımını yapabilen ve ortak yaşama uyum sağlayan (Diğer insanlarla birlikte yaşayabilme becerisine sahip olması, ilişki ve iletişim kurması)
Bilişsel Gelişim (Düşünme, Öğrenme ve Hatırlama ile ilgilidir. Bilen ve öğrenen, bilgi ve bilime yönelen bir yaşam)
Gelişim ve değişim planlaması olan toplumlarda bu sıraya uyulmazsa, kendisine olan saygısı ve güveni düşük, sosyal birlikteliği zayıf, kendisi ve başkası ile kavgalı, ayrışmacı, bağımlı bir yapı ortaya çıkar. Şehirlerin büyümesini, binaların çok katlı olmasını, plazalı caddelere sahip olmayı, tüketmeyi gelişim olarak algılar.
Unutulmamalıdır ki, her değişim ve büyüme (mutasyon ve kanserli çoğalma misali) gelişme değildir. Hatta bu durum bünyenin içten içe ölmesi demektir.
Peygamberlerin yaşamında da bunu görmüyor muyuz zaten? Önce iman etmesi, duygusal olarak kabul etmesi, Elçiye güven duyması, Elçiyi canından daha çok sevmesi, inancından asla şüphe duymaması gerekir. Kendisine ve inancına olan bu güven ve bağlılık her türlü tehdit ve korkuya üstün geliyordu. (Duygusal Gelişim)
İkinci sırada uhuvvet, yani kardeşlik, yani sosyal dayanışma, yani Medine Kardeşliği (Mü’minler ile), Yani Medine Sözleşmesi (Gayrı Müslimler ile) gelmekteydi. (Sosyal Gelişim)
Ancak ondan sonra sıra bilgiye, öğrenmeye, yasalara, ezberlenmesi gereken ve formel anlamda öğrenilmesi gerekene gelirdi. (Zihinsel/Düşünsel Gelişim)
Fakat ne gariptir ki (aslında planlı) Ülkemde bu sıra tersinden işliyor. Olgunlaşma, hazırbulunuşluk, doğal yaşantı süreci, duygusal gelişim, bireyi yok etmeyen sosyal dayanışma ve birliktelik göz ardı edilerek kanunlar ile, hüküm ve yasalar ile, kararlar ile, fetvalar ile gelişmeye çalışıyor ve süreci yürütüyor.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap