Paylaş

Geçmişe saplanıp kalmak ve geçmişe ait yarala(nmala)rı ile meşgul olmak ruhsal diyebileceğimiz sorunların işaretidir. Şimdi ve burada geçmişe ait sorunları çözemez ve yaraları iyileştiremezsiniz. Çünkü asıl sorun geçmişte değildir artık; şimdidedir. Şimdi ile temas kurmayı başaramamaktır problem. Dolayısı ile sorun bence algısaldır. İyileşme/terapi şimdi ile bağlantı kurma ile başlar. Buna gerçeklik ile temas kurma da diyebiliriz.

Yaşadığımız coğrafyada “Aydınlanma” çabalarının ve aslında  “çabacılarının” yaşadığı kısır ve kompleksli durum da tam olarak budur diye düşünüyorum.

Malumunuz artık toplum ile temas kurma yolu olarak sosyal medya kullanılmaktadır. İster kendisini aydın olarak tarif edenler olsun ve ister aydın dindarlar olsun hepsinin aydınlanma süreçleri aynı olmaktadır hala. Medyada takip ettiğimiz kadarı ile çocukluk ve ergenlik dönemi fiksasyonları olan ve özgörü yeteneğinden mahrum kişiler izlenimi vermektedirler bu medyatik kişi ve kurumlar. Avrupa’nın ve “batı” denilen kesimin yaşadığı süreci şimdi yeniden yaşayabilirlerse ve dönüşümü aynı aşamaları takip ederek yaşatabilirlerse aydınlanmayı gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlar. Aslında düşünmüyorlar, inanıyorlar. Çünkü o kesimler de düşünceye inanç muamelesi yapmaktadırlar. Muhalifine dair aşağılamaları, duyguları ve tavırları bu izlenimi vermektedir.

15 yaşındaki oğluma verdiğim mesajı 55 yaşındaki adamlarda bile göremiyorum.

“Bak oğlum birisinin sahip olduğu düşünceyi ele almak ile onun düşüncesini şahsileştirip tepki vermek farklı şeylerdir.”

Bu nedenle günümüz aydınlanmacılarının dilinde iki kelime hiç eksik olmamaktadır: İslamcı ve Evrim

Siyasal olarak saldırı alanı İslamcılar ve felsefi/düşünsel olarak hedefleri evrimi kabul ettirmek. Zannediyorlar ki hala tüm kitle evrimi bir realite ve hatta hakikat olarak kabul etse ve İslamcılar piyasadan çekilse aydınlanma gerçekleşecek.

İnsanlığın kendisini, varlığı, var olanı ve perde arkasını (gaybı) nasıl algıladığı ile ilgili tarihsel şemaların nasıl dağıldığını ve tarihte bir sonuç ortaya çıkaran süreçlerin artık neden işe yaramayacağını kavramıyorlar veya ideolojik körlük ve saplantılı/kompleksli kişilik nedeni ile anlamak istemiyorlar.

Tanrı Doğa-Tanrı ve Doğa ve Tanrısız Doğa adı ile bir yazı kaleme almıştım.  Bu başlıkta dikkatlere sunulan kısım insanın yaşadığı düşünsel ve duygusal ve hatta davranışsal parçalanmadır.

İnanç-amel, düşünce-davranış, duygu-düşünce, duygu-davranış, duygu-düşünce-davranış, ruh-eylem gibi ikileme ve üçlemeleri arttırabiliriz. İnsanlığın bu ikileme ve üçlemeye dair algıları ve zorunluluk düşünceleri farklı idi tarihsel süreçte.

Yani inandığın gibi davranmak zorunda mısın? Aradaki farkı hangisinin sorunlu olması ve hatta yokluğu ile açıklayacaksın?

İnancın ve düşüncen aynı mıdır ve hatta aynı olmak zorunda mıdır?

Sahip olduğun bilgiler ile inandığın ilkeler çatışmaya-çelişmeye başladığında nasıl bir tavır sergileyeceksin? Uzlaştırma-tercih etme-yerinde bırakma…

Doğa ve inançlar arasında kopmaz bir bağ vardı. Doğa inançları besliyordu ve doğaya dair algılar inançlardan etkileniyordu.

Bunun gibi görüş ve önermeleri arttırabilirim.

Fakat günümüzde kopma ve parçalanmalar yaşandı. Yaşanan bu kopmaların lokomotifi ise bilimsel gelişmeler oldu. Atomik ve parçalayıcı bakış açısı tüm alanlara sirayet etti. Alanların birbirinden ayrılıp müstakil alanlar haline gelmesi sürecinin aynısı algılarda ve inançlarda da yaşandı.

Yani artık farklı düşünüp faklı inanıp ve farklı yaşayabiliyorsunuzdur.

Bir zamanlar Tanrı ve Doğa aynı olabilirdi ve sonra Tanrı ve Doğa arasındaki ayırım sorun olmayabildi. Daha sonra da Tanrısız doğa fikri de sorun olmamaya başladı. Ya da Doğadan uzak ve mahrum Tanrı.

Bunun böyle olmasının en önemli nedeni “zorunluluk ve aşamalılık” algısının parçalanmasıdır.

Yani “doğayı tanrıdan bağımsız algılayamayacak” olmaya dair mecburiyet duygusunun yanına Tanrıya rağmen doğayı kavrayabilme imkanı ortaya çıkınca; bunun sonucu Tanrıyı reddetmeye vardı. Çünkü algısal düzeyde ve hatta eylem düzeyinde Tanrı ile varlık arasında zorunluluk bağı varsayılıyordu. Tanrı varsa Tanrıya dair varsayımlarla çelişemezsin ve çatışamazsın. Ekonomik-Sosyal ve Siyasal örgütlenme buna dayanıyordu. Dolayısı ile bilimsel gelişmeler sonucu doğaya dair algılarda ve bilgilerde meydana gelen değişimlerin sonucu Tanrının reddi fikri tavan yaptı.

Kendi coğrafyasında fiili sahada din ve bilim arasında var olan rekabet birinin yok olması şartını doğuruyordu. Ancak o zaman diğeri hayat hakkı bulabiliyordu.

Ne var ki zamanla meydana gelen gelişmeler bu algıları, yani bir varsayım olarak her şeye dair zorunluluk ve aşamalılık fikrini dağıttı. Bu nedenle artık evrimi bir realite olarak kabul edip, “Tanrı katında benim bilmediğim bir bilgi var” diye düşünüp Hz. Adem’e inanmaya devam edebiliyorsunuz.

Fakat en önemlisi bir zamanlar bilimsel gelişmeler ve aydınlanma için Doğayı ve Varlığı Tanrının egemenlik sahasından kurtarmanız gerekiyordu. Ancak o zaman hayat hakkı bulabiliyordunuz. Fakat günümüzde zaten fiili olarak Tanrının bilim ve bilginin sahasına bir etkisi kalmamıştır. Rekabeti de engellemesi de söz konusu değildir.

Türkiye gibi ülkelerde siyasi konjonktürün eylemleri dinin aydınlanmayı engellemesi gibi gösterilmektedir. Bunun da nedeni aydınlanmaya dair arzu değil dinin varlığına dair kompleks ve tahammülsüzlüktür. Bu da psikolojik bir sorundur; bilimsel değil.

Dolayısı ile ister dindar, ister milliyetçi, ister seküler aydınlanmacı iddiacısı, ister demokrat cumhuriyetçi ve ister laik biri olsun kendi komplekslerinden, saplantılarından, fiksasyonlarından arınmamış biri/bir toplum aydınlanmayı gerçekleştiremez.

İsterlerse gidip köydeki anamı da evrimin var olduğuna ikna etsinler ve yönetimi İslamcılardan arındırsınlar yine de bir şey değişmez. Başımıza takke/fes ve sarık yerine şapka gelir; şalvar yerine ayak bileği üstü kısa tayt giyeriz o kadar.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap