Üniversite yıllarımın başlangıcıydı. Babamın kafasına göre yazdırdığı bir bölümü okuyordum. Adını tam hatırlamıyorum. Domates, biber, tarla, tapan gibi bir şeydi. Yolda görsem önemsemeyeceğim mantarın dersini görüyorduk. Hiçbir şey de anlamazdım. Marketten kilosunu yirmi liraya alabileceğim bir sebzenin latincesinden banane. Bazı derslere kovboy şapkasıyla giderdik. Kulağa çok ihtişamlı geliyor değil mi? Tarlada başımıza güneş geçmesin diye. Kimi sulama işlemi yapar, kimi kapı boyardı. Ben ise hep dersten kaçardım. Kovboy şapkamla, atıma binerek. Batan güneşe doğru. Red Kitt gibi.

Ders işlediğimiz oda.. Oda diyorum çünkü masa sıra atılan hiçbir yer sınıf olamaz. Sınıf olabilmesi için içinde mavi önlüklü, beyaz yakalı öğrencilerin olması lazım. İnsan sesi yoksa tahta neyi anlatır, tebeşir neyi yazar? Bir alanı temsil eden şey eşya değil insandır. Bu şu an konumuzun dışındaki bir konu. Odadan bahsediyorduk. Evime yaklaşık on kilometre uzaklıktaydı. Her gidişim bir odadan, bir başka uzak odaya geçmek gibi oluyordu. Hocanın tahtaya yansıttığı notları deftere yazmak için gidiyorduk bu kadar yolu. Sanırım son cümlem biraz devrik oldu. Çokta önemli değil. Buna takılan varsa devrik cümleyi kaldırıp tekrar okusun. Ben de isterdim her şeyin dört dörtlük olmasını.

Bir defasında hocadan el kaldırarak, izin alarak ve ayağa kalkarak şöyle demiştim. Adım soyadım, memleketim, bir maruzatım var hocam. Söyle evladım demişti. Yıl sonu verecek kanaat notunu hesap eden sesimin nezaketiyle, tahtaya yansıttığı slaytı falan filan et cimeil nokta koma göndermesini rica etmiştim. Bunun için buraya kadar gelmeye gerek yok. Sınıfın küçük bir sosyal tiyatro gibi emre itaatsizlik bakışları yaptığımı tekrar sorgulamama sebep olmuştu. Ulu önder son domates soyucu hocamız bunun mümkün olmadığını söylemişti. Baş selamı verip yerime oturmuştum.

Bu hocamız solucanı bilmeyenler benim dersimden geçemez demişti. Herkes ders notundan çalışırken ben o konuya çalışmamıştım. Solucan hakkında bilinmeyecek ne var. Kaldırım taşının altında yaşarlar, toprağın içinde nefessiz kalmazlar, ağızlarına gözlerine kum kaçmaz birde tavuk gördüğü zaman üstüne limon sıkar, sonra da yer. Bu soruya cevabım böyle olacaktı. Sınav günü geldiğinde ve kağıt önüme koyulduğunda gözlerim solucan sorusunu aradı. Hoca ters köşe yapmış ve solucan hakkında bir şey sormamıştı. Diğer soruların cevapları da bende yoktu. Bende kağıdın arkasına şiir yazıp verdim. Sınavdan on almıştım. Şiir maalesef ülkemizde değer görmüyor.

Okul hayatımın kırılma anını burada yaşamadım. Başından beri okul sorunsalım hep vardı. Belki okumayı sevmiyordum, belki de kafam basmıyordu. Ama bu tezi çürütecek bir durumun varlığına göz yummak istemiyorum. Bu yaşıma kadar Dünya Klasikleri’nin yarısından çoğunu okumuş biri olarak okumayı sevmediğim söylenemezdi. Belki derslerde anlatılanlar dikkatimi çekmiyordu. Belki de anlatma biçimleri ilgi çekici değildi. Payıma düşen hatanın yüzde yüz olduğuna inanmıyorum.

Mesela en sevdiğim ders hep Beden Eğitimi dersi olurdu. Bazen hocamız serbestsiniz demek yerine erkekleri kızlardan ayırıp askeri eğitim dersi verirdi. Sağa dön, sola dön, geriye dön… Bir adım öne çıkarak hizayı bozan asker gibi söz hakkı istemiştim. Hocam demiştim; geriye hayalimize dönsek olur mu? Olur demişti. Anlamsız gibi gelebilir ama bu eğitim askerde çok işime yaramıştı. Şimdi son solucan bükücü mü daha hayırlı bir işe sebebiyet vermişti yoksa beden hocamız mı? Bu dersin bana kattığı güzellik sadece bununla sınırlı değildi. Serbest zamanlarda yediye yedi takım çıkaramazsak, üç kişi top ile kale direğini vurma yarışı yapardık. Sonuncu olan diğer iki kişiye chat kola ısmarlardı. Fiyatı yirmi beş kuruş. Şimdinin le colasına eş değer diyebilirim. Ben hiç kaybetmezdim. Kaybedenin bakkala doğru gittiğini görünce bana kola almamasını söylerdim. Çünkü ne zaman o kolayı içecek olsam akşamına topum patlardı. Kumarın kötü bir şey olduğunu orada anlamıştım. Ayrıca düşene tekme atmak gibi gelirdi. Buna rağmen aksilik hiç peşimi bırakmadı.

Verdiğim sanatsal cevaplar toplum tarafından hiç gerçekçi karşılanmıyordu. Tarih dersinde kendisini dinlemediğimi fark eden hocamız beni ayağa kaldırarak “İpek Yolunda yolculuk edecek olsan yanına alacağın üç şey nedir” diye sormuştu. O zamanlar Avrupa Yakası dizisini çok izliyordum. Fındık, fıstık, yorgan, yastık demiştim. Sınıftan birisi ayağa kalkarak dört etti hocam demişti. Gerçekten bütün sorun bu muydu? Bunu söyleyene elimle x işareti yapmıştım. Bu Antakarinya dilinde “sınıf başkanın olarak söylüyorum bundan sonra her öğretmen zili sonrası iki çarpın kafadan hazır” demekti. Yaptığına pişman olmuştu. Bende vicdanlı davranarak yalnızca bir çarpı atmıştım.

Bilgisayar dersinde hep ortadaki bilgisayarlara otururdum. Herkes bunun sırrını merak ederdi. Şimdi açıklıyorum. İnternete odaklanıp dersi dinlemediğimizi düşünen bayan hocamız internet kablosunun fişini çekip bizi internetsiz bırakırdı. Ama bilmediği bir şey vardı. Ortada ki bilgisayarların internet kablosu farklı şebekeye bağlıydı. Herkes ders dinlerken ben ve başıma toplanmış arkadaşlarım internette geziniyorduk. Kendimizi siber adam gibi hissediyorduk. Yakalanmamız uzun sürmüştü. Kamyoncu sigarası gibi. Kısa değil. Ama tepki bir senelik tepkilerin toplamı kadardı. Sırtıma sopayla vurmuştu. Sadece benim. Eğitimde şiddete karşıyızdır. Ama keşke daha şiddetli vursaydı. Daha sert, Ivana gibi.

O gün okul çıkışı eve gelmiştim. Evde kimse yoktu. Gelecekte microsoftun ceosu olacağım edasıyla bilgisayarı açıp msn’ye girmiştim. Kendimi korsan yazılımcıların baş belası olarak görüyordum. Klavye sanki bir kılıçmış gibi açıklamaya şunları yazmıştım. Hak yiyen hack yer. Adaletin tokadını dijitalden indirmiştim. Kapı çalmıştı. Açtığımda bilgisayar hocamızı karşımda gördüm. Beni siber çetenin elebaşı gibi görüyordu. Velimi çağırmamı istedi. Sanırım gösterdiği tepki sonrası bunu aile bireylerimden birine anlatacağımı ve onların bu duruma kızacağını düşündü. Kurulan orantısız denklemin mağduru oluşumun ilkiydi. Ben yediğim sopayla kalır kendime bir teselli aramazdım. Köşeme çekilir sessizce acımı yaşardım. Evde kimsenin olmadığını söyledim. Kendisinden ayak üstü bir ton öğüt dinledim. Karşılık bekliyordu. Hayat karşısında savunmasız kalınca dramatik bir hesaplaşmaya dönüşen iç sesimle beraber sırtımı dönerek dedim ki; kanaat notumu vicdanınız bu yaraya bakarak versin.

Yorum yap