Paylaş

Makasıdü’ş-Şeria (Şeriatın Maksatları) konusu İslami İlimlerde ve fıkıh tarihinde önemli konulardan birisidir. “Genelde dinin, özelde ibadetler ve hukuk alanındaki dini hükümlerin gayeleri anlamında bir tabirdir.” (TDV İslam Andiklopedisi) İlk örneklerini, Hz. Ömer’e nispet edilen Maslahatlar fıkhında da görebiliyoruz. Aslında tarihi geriye doğru sararsak genelde tüm peygamberler tarihinde, özelde İslam tarihinde bu konu ile ilgili nice örneklere rastlarız.

İlim tarihimizde mesaisini bu konuya harcayan önemli şahsiyetlerimiz mutlaka vardır. Ancak şahsım olarak üç eserle tanışmak nasip oldu.

Bunlardan ilki ve en hacimlisi İmam Şatıbi’nin (ö. Hicri 790) El-Muvafakat isimli muhteşem ve hacimli eseridir. İkinci eser, İzzeddin Bin Abdüsselam’ın (Hicri 577-660) el-Kavaidü’l-Kübra/İslami Hükümlerin Esas ve Hikmetleridir. Rastladığım üçüncü eser de Yusuf el-Karadavi Öncelikler Fıkhı kitabıdır.

Din beş temel şeyi güvence altına almayı amaçlamıştır: Can-Mal-Din-Akıl ve Nesil güvenliği.

Bu ilmin (Makasıdü’ş-Şeria) temel konusu şu olmuştur: Dinin hangi hükmü hangi alanı güvence altına almayı hedeflemiştir? İkincisi, şartlar ve duruma göre hangisi öncelenmiştir?

Naçizane son üç yazımda bu konuyu işlemeye çalışmaktayım. Gözümüzün gördüğü ve kalbimizin attığı bu çağda biz Müslümanların öncelikleri nelerdir/neler olmalıdır? Bu çağda nasıl var olabiliriz ve bu çağ hangi var oluşları bize dayatmaktadır?

Zaman ve zemine dair farklılıklar ve dayatmalar peygamberler tarihini etkiledi. Hz. Peygamberin Mekke ve Medine’sini etkiledi, sahabe fıkhını ve dahi dört ana mezhebi etkiledi. 1400 yıl öncesinin fıkhını etkileyen mecburiyetler, bizi teğet mi geçti?

Yeni bir fıkıh, yeni bir tefsir ve yeni bir din söylemlerini yavan ve gereksiz buluyorum. Ancak, Mekke sıcağında işkence gören Bilal’den beklenen ile Medine Mescidinde ezan okuyan Bilal’den beklenen aynı olmadı. Lakin her iki Bilal’den de beklentisi olan “din” aynı din’dir.

Arap coğrafyasının aşiret hassasiyetini dikkate alan; örf’ü yok saymayan, Medine’nin sosyal dengelerini de dikkate alan “din” aynı din’dir. İSLAM.

Şib-i Ebî Talip Muhasarası (Mekke dönemi Ebu Talip Mahallesinde Müslümanların uğradığı boykot yılları) esnasında açlığa ve yokluğa karşı sabır; Mekke’nin fethi günü ise tevazu (Nasr/1-3) ve kardeşlik “öncelik fıkhı” idi.

Benî Sâide’deki sahabenin “öncelik fıkhı” halifenin seçimi, Hz. Osman döneminde Ebû Zer-i Gıfârî’nin “öncelik fıkhı” takva ve adalet idi.

Talut için önemli olan (Bakara Suresi/249) ordusunun nehirden su içmemesi idi. Ya bizim için ne önemli olacak? Bizim bir “öncelikler fıkhımız” yok mu?

Bu konudaki maksadım, önce hacca mı gidelim, hac parasını infak mı edelim gibi bir şey değildir tabi ki. İmam Hatip’te mi okuyalım, Fen Lisesine mi gidelim diye düşünmek ile “kesilecek inek hangi renkte olsun, kaç yaşında olsun (Bakara Suresi/67-71)” arasında fark yok diye düşünüyorum. Kavmimizin dilini ve örfünü öğrenmedikçe, anlamadıkça, çözmedikçe hangi okulda okursak okuyalım sonuç hep aynı olacaktır. Ve dolayısı ile önceliğimizi bulamayacağız.

Yaşadığımız çağda “Makasıdü’ş-Şeria”mızı hangi temellere oturtacağız? İslam’ın güvence altına almayı hedeflediği beş temel esas (Can-Mal-Din-Akıl ve Nesil güvenliği) ile ilgili felsefemiz nasıl olacaktır?

Bunlar uzun konular farkındayım. Benim izah edebileceğim ve üstesinden gelebileceğim konular değildir. Ancak bir iki düşüncemi paylaşarak bu yazı dizisini kapatmaya niyetliyim.

İki Kavram ve irtibatı: Akleden Kalp ve Atesizm-Deizm

Kaf Suresi/37. ayetinde de (Elbette bunda, (akleden) bir kalbe sahip olanlar için ibretlik bir uyarı vardır…) görebileceğimiz Akleden Kalp tabiri önemli bir kavramdır.

Bence “Akleden Kalp” demesinin nedeni, din ile zemin arasındaki uyum idi. Dinin maksadı, yöntemi, realitesi, önceliği, fıkhı, “dünyayı imar planı” yaşadığı çağın realitesi ile uyum sorunu yaşamıyordu.

“Roma’nın, Mısır’ın, İran’ın varisi olacaksınız” dendiğinde bu çok da imkânsız görünmezdi. Yol belli, imkân belli, yöntem belli. Taraflar aynı çağın tarafları idi. Kalbin istediğini akıl reddetmiyordu.

İsrailoğulları samimi olurlarsa vaat edilmiş topraklara gerçekten girebilirlerdi. Samimiyetleri üzerine “yürümeleri”, yol kat etmelerine yetiyordu. Samimi olup savaşırlarsa, “nehirden su içmeme” iradelerini gösterirlerse kazanacaklardı.

Ellerinde kılıç-ok ve yayları olan samimi 300 Müslüman 1000 kâfiri yenerdi. 10 Müslümanın 100 müşriği yenebileceği vaadi ihlasa bağlı idi. Ancak yine de bu vaat Mekke’de değil Medine’de verildi.

“Akleden Kalp” Kur’an için önemli bir kavramdır. Ve mümkündür. Çünkü o dönemin Müslümanı için akleden kalbin önündeki engel nefis ve şeytandır.

Ya bizim çağımızda! İmanımızın makamı olan kalbimiz ile çağımızın aklı arasında korkunç uçurumlar bulunmakta. O nedenle dini, mantıklı bir şekilde izah etmek, bir ateisti ve deisti ikna etmeye yetmiyor. Ateizmin ve Deizmin beslendiği alan, iddia edildiği gibi “Geleneksel İslam Söyleminin” akıldan uzak olması değildir. Müslümanların dünyayı imar imkânından yoksun olmasıdır zannımca.

İslam toplumlarında ateizm-deizm ve Tanrının (Allah yerine Tanrı kelimesini kullanacağım) varlığı ile ilgili yazılan kitaplarda zannımca gözden kaçırılan bir nokta vardır:  Günümüzde, batı toplumlarında Tanrının varlığının sorgulanması onun zatı ile ilgilidir. Aslında Tanrının var olup olmaması onun umurunda da değildir. Çünkü kendi yaşamından memnundur; memnun değilse bile kendi çözümlerini üretmeye çalışmaktadır.

Ancak doğu toplumlarında ve özellikle de İslam coğrafyasında Tanrının varlığı ile ilgili tartışmalar çoğu zaman O’nun zatı ile ilgili değildir. Fiilleri ile ilgilidir.

Doğu toplumlarında devlet ya da yerel güç veya iktidar sahipleri (sadece devleti ve hükümeti kastetmiyorum. Cemaat-Dernek-Vakıf-Şirket-Okul-Öğretmen-Yönetici-Şeyh-Hoca…) İnsanları Tanrı namına yönettiklerini iddia etmektedirler. Referanslarını kutsal olandan aldıklarını belirtmektedirler.

Tanrı namına yönetiliyor olma iddiası, “Tanrının Varlığı” ile sosyal sorunlar, adaletsizlik, toplumsal memnuniyetsizlik, refah seviyesi, huzur arasında ciddi bir ilişki algısı ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle yeryüzündeki sorunların faturası Tanrıya kesilmektedir. Yaşanan sorunlar ve adaletsizlikler nedeni ile Tanrının varlığı ve fiillerinin adil oluşu sorgulanmaya başlanmaktadır.

O yüzden zannımca, bizim topraklarımızda Allah’ın varlığı ve ateizm ya da deizm ile ilgili ortaya çıkan sorunların çözümü aynı zamanda şuna bağlıdır: Yaşadığınız dünyaya ve modern sorunlara, sosyal çıkmazlara ve kaoslara “Tanrı Nasıl Bir Çözüm Sunmaktadır? Yaşadığımız Bu Sorunları Tanrı Adil Bir Şekilde Nasıl Çözecektir? Zihinsel Bir Doyum, Kabulleniş ve Teslimiyet Haricinde Tanrı Gündelik Hayattaki Bu Sıkıntıları Giderebilir mi?”

Evet, Tanrının kendisi çıkıp konuşamayacağına göre, Müslümanlar bu çağın gündelik ve gerçek yaşamın sorunları ile ilgili ne tür çözümler ortaya koyabileceklerdir? Sadece bu çözümler insanların Tanrıya güvenmesini sağlayabilir diye düşünüyorum.

Ya da Tanrı adına konuşmaktan vaz mı geçsek!

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap