Ben küçükken ayağımı zabıta arabası ezmişti. Sarı Toros. Geçmiş olsuna gelen zabıta ekipleri bir poşet çikolata getirmişti. Bunun için diğer ayağımı da ezebileceklerini söylemiştim. Pişmanlıkla tebessüm etmişlerdi. Bu ifadenin nasıl bir şekilde karşılanacağını bilmediğim yaşlardı. Bende tebessüm etmiştim. Şimdilerde karşımda pişman olsalar ben onlardan daha çok pişman olurum. Üzülseler içim kan ağlar. Ezilseler, bükülürüm. Ama bir durum var ki asla değişmez. İstemek… Kötü bir şey. Bunu tek bir nedene bağlı kalarak söylemiyorum. Hayatımın kendisini büyük bir resim varsayarak söylüyorum, istemek kötü bir şey. Her insanın bir bakıma istediği şeyler olmuyor diye düşünülebilir. Ama benim isteklerim hep mütevaziydi. Garip bir şekilde büyük ve ulaşılması zor olan şeylerin başıma kolaylıkla geldiğini söyleyebilirim. Örneğin yirmili yaşlarımda kendi çabalarım ile kimseden destek almaksızın Jaguar satın almışlığım var. Asıl ulaşmak istediğim ise onun oyuncağıydı. Şimdi geriye dönmek mümkün olsa ilk yapacağım şey marka model fark etmeksizin oyuncak bir araba alıp çocukluğuma hediye ederdim. Uzaktan kumandalı olması şart, bu önemli. 18’li yaşlarımda kendimi dâhi gibi hissediyordum. Tek istediğim şey hiçbir şey olmadığımı bilmekti. Hâlâ bir şeyleri kendi başıma başaracağıma inanıyorum. Kısacası bu isteğim de çok gerçekleşmedi. Geçenlerde markette alışveriş yaparken gözüme çarpan kedi mamasını satın aldım. Belki soğuktan üşümekte olan bir kediye rast gelirim ve ona veririm diye. Ben mamayı aldıktan sonra dünya üzerindeki bütün kedilerin bir bilinmezliğe kaybolduklarına inandım. İyilik yapma isteklerimin bile cevap bulmadığı bir hal işte. Bu hikayede en acı olan ne biliyor musunuz? İstememeyi istedim. Bilin bakalım ne oldu?
Aslında kendimi güzel eğittim. Gurur duyduğum bir çocukluk benimkisi. Gereksiz çıkışmalarım oluyordu “sadece sistemin istedikleri kazandı” diye. Kim 16 yaşında Charles Bukowski okuyordu ki? Şiirler kimin ezberindeydi mesela? Parmak kaldırıyorum, benim. Din Kültürü dersinde Kuran’ı hızlı okuma yarışması yapmanın yanlışlığından bahsederdim. Yavaş ve anlayarak okumalı. Ateist gözüyle bakardı herkes. O dersten de hep en yüksek ben alırdım. Sonra “yavaş yavaş anlayarak okuyunuz” ayetiyle karşılaşınca: “Ben kazandım!” demiştim. Zaman beni haklı çıkarmıştı. Şimdilerde ise Din Kültürü dersinin okullarda öğretilmesinin yanlışlığından bahsediyorum. Dini bir kültür gibi dayatmak insanların cübbe giyerek, sarık sararak takvaya eriştiklerini düşündüğü bir ritüel haline dönüştü. Okullarda yalnızca Din dersi öğretilmeli. Tek geçme yolunun “okumak” olduğu zorunlu bir ders. Ama okumak evrenseldir. Bundan daha etkili bir yöntem var ise o da uygun zeminde olması önemli bir şart taşıyan “konuşmak” eylemidir. Zamanın beni haklı çıkaracağına eminim. Ama bu yine kimsenin gözünde değerimi beş kuruş artırmayacak. İnsan neden birilerinin gözünde değerli olmak ister ki? Beni değersiz gören bütün insanların karşısına geçip: “Ey beni değersiz gören insan kardeşlerim, elbet bir bildiğiniz vardır.” demek istiyordum.
Hep bir haylaz görüntüye sahiptim. Bunun aslında tam olarak öyle olmadığını anlatma fırsatını hayat bir kere karşıma çıkarmıştı. Hoca sınıfa girip herkesin oturmasını istemişti; ama bir kişi hariç. O kişi bendim. Tarihle alakalı soru soracaktı. “Osmanlı Döneminde esnaf ve zanaatkarların…” dedi. Susturdum. Şuan hayat bunun vebalini yaşatıyor. Başka açıklaması olamaz. “Lonca Teşkilatından mı bahsediyorsunuz hocam” dedim. “Aferin” dedi. Şimdilerde olsa: “Razı değilim beni tanımayan tarihe.” demek isterdim. Ama olmazdı. Çünkü o zamanlar ünlü ve büyük şairi tanımıyordum. Hoca sorusuna devam etti. “İlk Osmanlı Padişahı kimdir?” Doğru cevabı biliyordum ama bunu söylemek yeterli olmayacaktı. Ona, ben sandığınız gibi haylaz ve kurnaz bir öğrenci değilim izlenimi vermeliydim. Söyleyeceğim şeyi bulmuştum. “Bütün fethedilmeyen gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler, ancak senin erdemlerinde gün ışığına çıkacaklar” dedim ve ekledim: “Şeyh Edebali’nin mektup yazarak öğüt verdiği kişidir ilk padişah”. “Aferin otur.” dedi. Oturmadım. “Şimdi ben bir şey söyleyebilir miyim?” dedim. “Söyleme.” dedi. Sustum. Yarım saat sonra zil çaldı. Sınıftan ilk çıkan hoca oldu. Hemen ardına bende çıktım. Arkasından bağıramazdım, hızlıca ona yetişmeye çalıştım. Peşinden yürüdüm ama yetişemedim o da arkasına dönüp bakmadı.
Lastiğinde az hava olan bir bisikleti sürmek için çok daha fazla çaba sarf etmek gerekir. Yokuş çıkmak gibi insanı daha çok yorar. Ben de bisikletçiye lastiğe hava vurdurmak için gitmiştim. Ama sürerek değil yanında yürüyerek. Bu, yükümü hafifletmek için bulduğum çözümdü. Keşke bu denklem insanlar üzerinde de çalışsa. Yanlarında yürüsek ve yükümüz hafiflese. Usta havayı vurmuştu. İşi bittikten sonra cebimden bozuk paraları çıkararak, hak ettiğin kadarını al dercesine, avucumun içerisinde önüne uzattım. Emeğin değerini gördüğü yıllardı. Alın teri soğumadan vermeliydi hakkını. Ödemeyi yaptıktan sonra: “Bisikletimin zincirini evdeki sıvı yağ ile yağlasam olur mu?” diye sordum. Cevap vermedi. Belki de karşılıklı olarak bilmiyorduk ama o nasıl bilemezdi. Halbuki her şeye gücü yetecek gibi duruyordu. İsteseydi benim karanlık zihnimi aydınlatabilirdi. İstemedi. “Gideyim ben o zaman.” dedim. “Gitme!” demesini bekledim. Çünkü konuşmak istediğim bir çok konu vardı ve sormak istediğim bir çok soru. Gitme demedi. Bende gitmedim, bekledim. Bilinmezlik, bir sonraki sayfalarda cevap bulma ihtimaline gelen bir kitap haline dönüşmüştü. Sonra o kitabı elime aldım ve defalarca okudum. Her şeyi öğrendim. Ama bana kimse bir şey sormadı.
Apartmanın önündeki on adımlık bahçede arkadaşlarla ikiye iki maç yapacaktık. Buna engel olan bir durum vardı: Somya. Yün çırpmak için üst komşumuz bahçeye koymuş ve bırakıp gitmiş. Kaldırmalıydı o somyayı oradan. Top oynama hayallerimizi gerçekleştirme faaliyetinin ilk yolu bundan geçiyordu. Bütün gücümle asıldım. Yerinden kalkacak gibi değildi daha fazla güç gerekliydi. Bazı sorunları çözmek için birden çok kişi olmak gerekir. Bizde birden çok kişiydik. Ama benden başka herkes izliyordu. Tek mücadele veren bendim. “Neden yardım etmiyorsunuz?” diye sordum. Bir insanın hiç mi yardım edeni olmaz? Bir tanesi bu sözümün üzerine: “Anne!” diye seslendi. Annesi balkona çıktı. “Arkadaşıma yardım edeyim mi?” Annesi: “Etme!” diye cevap verdi. Ben annesinin yerinde olsam ve illa etme diyecek olsam şöyle derdim: “Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan, ayın da evini yıkmaya kast ediyorsun, etme”. Ama annesi olmadığım için vardır bir bildiği diye düşünmek istedim. Belki bendeki top oynama hevesi olağan üstü güçler tarafından içimden alınıp beş dakikalığına annesine enjekte edilse balkondan atlayıp somyayı tek başına kaldıracaktı. Bazen böyledir, sınanmadığınız bir acı üzerine konuşmak her zaman kolaydır. Tekrar var gücümle kaldırmaya çalıştım. Tekrar yerinden oynatamadım ve kimse tekrar yardım etmedi. Hava karardı. Herkes evine gitti. Ben somyanın üstüne oturup içimden şöyle söyledim: “Var mıymış gönlümü bin parçaya böldüğünüzün bir sebebi?”
Parayla alakamızın çok mümkün olmadığı yıllardı. Tek katlı bir evin bahçesindeki ağacın dallarından erikler yola dökülmüştü. Toplayıp cebime doldurdum. Bahçeye pusu kurmuş teyze beni çağırdı. İçeriye aldı ve “Neden yaptın?” diye sordu. İçimde “Bunda büyütülecek ne var?” karmaşası dolanıyordu. Cevap vermemi bekler bakışlarına: “Her insan hata yapar.” dedim. Yüzüme bir tokat yapıştırdı. Sesi duyan bütün ev sakinleri bahçeye toplanmıştı. Hepsi nasıl böyle bir şey yapabildiğimi sorguluyorlardı. “Altı üstü yola dökülmüş erik.” diyecektim. Konuşmama izin vermediler. Sonradan anlamıştım. Başka mahallenin çocukları hiçbir sebep olmadan evin camına taş atıp kırmışlar. Bunu o kırık camı gördüğümde anlamıştım. Ev sahibi de benden bilmiş. Erikleri topladığıma kızdığını düşünüp “Her insan hata yapar.” demem de işin tuzu biberi olmuş. Halbuki ben aylardır o mahallenin çocuğuyum. Nasıl yapabilirdim böyle bir şey? Tekrar eve gidip durumu izah etmek istedim. Kapıyı çaldım. Açtıklarında: “Evinizin camını ben kırmadım” dedim. “Böyle bir şey söyleyen olduysa bu bir iftiradır.”. “Biz de çocuğun belki suçu yoktur diye düşünüyorduk demek ki haksızmışız, sen nereden biliyorsun camımızın kırıldığı için sana kızdığımızı, demek ki sen kırdın.” dedi. Evin kırık camını gösterip durumu anlatmama müsaade etmedi ve yüzüme bir tokat daha yapıştırdı. Şimdilerde gerçekler gün yüzüne çıktı mı bilmiyorum. Ara sıra o evin önünden geçme düşüncelerim oluyor. Pişman gibi değil düşman gibi bakmasından çekiniyorum. Pişman olsaydı evin önünden geçmemi beklemez kendisi beni bulurdu. Halbuki kıracak dökecek hiçbir işe bulaşmamıştım. Ben bu mahallenin çocuğuyum.