– gerçek hayatla alakası yoktur, gerçeklerle ilişiği vardır
İnsanın konuşmasında bir tonlama vardır bütün samimiyete kafa tutabilecek kadar sahicidir. Bu tonlama bazen cennet bahçeleri kadar kıpır kıpır bir havayı temsil edebilirken bazende en acılar listesinde ilk beşe girmeye layık görülmeyen karabiberin acılığı ile aynı olabilir. Yaşlı amca da bu ikisinin ortasında bir tonlamayla söylemişti. “Bazen hayat sifonu çekilmiş klozete bir bardak su dökmeye benzer”. Yaşlı amca böyle söylemişti. Gidelim buralardan yaşlı amca beni “kâr amacı gütmeyen kuruluş yazan ama tek amacı kâr gütmek” olan kuruluşların olmadığı bölgelere götür diyemedim. Gölün kıyılarında gezerken timsah çıkacak korkusu ile gezelim, dağdan domuz inecek, kurt kuzuyu kapacak veya bu mantar zehirlidir tedirginliği ile yaşayalım ama gidelim buralardan diyemedim.
Ne söylediğimizi asıl belirleyen tonlama diye bir gerçek vardır. Müziklerde de böyle değil midir? Ben buna inanıyorum. Söylediğin şeyden daha önemli bir şey varsa oda söyleme şeklindir. Altıncı sınıfta söz hakkı almak için parmak kaldırdığımda öğretmenimden azar yemiştim. Bu da tonlamanın farklı biçimiydi. Oysa bana o an izin verseydi çok önemli konulara değinecektim. Ben de çıkışta bir avuç tebeşir tozu alıp eve gidince suya karıştırıp içmeyi düşündüm. Bazen anlaşılmanın yolu ezilmekten geçer. Bir bardak suyun içerisine elimdeki tebeşir tozlarını boşaltıp karıştırdığımı gören annem alkol içeceğimi sandığından ortalığı birbirine katmıştı. Babam konunun bana almadığı cep telefonuyla alakalı olduğunu düşündüğünden bu olaya tepkisiz kalmıştı. Bunu ancak olayın üzerinden geçen yirmi sene sonra ayırt edebiliyorum.
Derslerim iyi değildi ve her istediği olan tiplerden değildim. Çantamın sırt kolu yırtılsa ve bunu belirtsem “sanki başımıza filozof olacak” yakıştırmalarını duyacağımı hissettiğimden hiç çantamın kol yırtığından bahsetmezdim. Sınavlarda sorulan sorulara cevap veremeyen ama toplumun iç yaralarını gözlemleyerek büyüttüğüm çocukluğum kimsenin gözünde değeri olmayan ama önemli sayılması gereken bir husustur. Acaba sınıfın en çalışkan kızı şimdilerde neler yapıyor? Sevinçleri neler, mutlulukları neler, acıları neler? Hayat acaba annesinin yaptığı poğaçayı sıra arkadaşlarıyla paylaşmama bencilliğini üzerinden aldı mı? Silginin iki keskin yerinden sadece birini kullanmaya özen göstermeye devam ediyor mu? Gerçi şimdilerde teknoloji çok gelişti. Silgi yerine delete zımbırtısını icat ettiler. Tek tuş ve silindi. İstediğin kadar yanlış yap istersen bir kitabı baştan aşağıya sil. Ne zahmeti olur ne de bir pisliği. Keşke bunu gerçek hayata uyarlayabilsek, bir ağacı kessek ve geri al tuşuyla onu tekrar eski yerine koyabilsek.
Öğretmenim izin verseydi bu konulara da değinirdim. Hep en çok sözü babası müteahhit olan kız alıyordu. Babası yaz tatillerinde okulun çatlayan duvarlarını kırılan fayanslarını tamir ettirip gönüllü bağış yaptığından kızının bir ayrıcalığı oluyordu. Ben de yaz tatillerinde oto boyacısında çalışıp kazandığım parayla okul elbisesi, defter, kalem, kitap alıyordum. Hatta bir keresinde pazartesi sabahları karşısında İstiklal Marşı okuduğumuz Atatürk büstünü boyamıştım. O kadar saygı görmemişti.
Pazar sabahı erken uyanmamı fırsat bilerek gündemden haberdar olabilmek için e-gazete başlıklarını okurken gördüm. Depremden dolayı bizim okul yıkılmış. Duvarları yıkılmış, fayansları yıkılmış, tuğlaları yıkılmış. Simit almak için koşa koşa indiğimiz kantine giden merdivenler yıkılmış. İkinci teneffüsün uzunluğunu fırsat bilerek top oynamaya giden çocukların kale direkleri yıkılmış. Gelecek neslin istikballeri, bizim anılarımız, okulun önünden geçerken çocuğuma “bak baban burada okudu” deme hayallerim yıkılmış. Tek yıkılmayan şey Atatürk büstü.