Kulübesinin duvarına astığı bidonun musluğunu çevirdi ve yüzünü yıkadı. Ne kadar uğraştıysa da geçenlerde, yapamadı. Musluğu yine damlıyordu.
“Bazı şeyleri olduğu gibi bırakmak lazım” demiş ve değiştirmekten vazgeçmişti. Ortasından boylu boyunca çatlamış aynadan kendine baktı ve yüzünü kuruladı. Artık daha uzun uzadıya kendisine bakabiliyordu. Yorgunluk yüzünün kalıcı bir özelliği haline gelmişti ve saçları… Saçları bile sanki yorgundu ve de seyrek. Tarağı başına doğru götürdü ve gülümseyerek “Evet bazı şeyleri olduğu gibi bırakmak lazım” dedi tarağı geri bıraktı.
Zaten bu dağ başında kime görünecekti ki!
Her sabah yaptığı gibi, su taşımak için kullandığı bakır su güğümünü ve sepetini aldı eline, dışarı çıktı. Su kaynağının yanında ilk başlarda kendiliğinden oluşan bahçesi ile arası 218 adım idi.
Kafasını meşgul eden ve kendisini bıktıran düşüncelerden kurtuluş yolu olarak bulmuştu attığı adımlarını saymayı. Ancak o zaman vazgeçmişti babası hakkında düşünmekten. Onun yerine bastığı toprağın yumuşaklığını, ayaklarının altında otların çatırdamasını, yüzüne değen soğuk dağ rüzgârını, kendisini görünce kaçan kuşların kendisinden daha dikkatli ve uyanık olduğunu, huzurun bir kokusunun olduğunu… Yapmayı düşündüğü melemenin kokusu da cabası olacaktı.
Yıllar yılı babasını çok düşünmüştü. Var olma gayesi mutsuz olmak ve mutsuz etmekti sanki babasının. Suçlu ben miyim yoksa annem mi? sorularına uzun zaman cevap bulamamıştı. “Belki oyun olsun için taş attığım kuşları incitmiş olabilirim; fakat babama ne yapmış olabilirim ki!” diye çok sormuştu kendisine.
Annesine yıllar sonra bir gün sorabilmişti:
“Lili (Annesinin adı Leyla idi. Kendince böyle daha sevimli oluyordu. En azından annesinin tebessümünden öyle anlıyordu.) babam neden böyle biri?”
Annesi, her defasında ancak “Bilmem!” diyebiliyordu kırık bir sesle. Aslında biliyormuş. Teyzesi ile konuştuğunda anlamıştı.
Babası köyden bir kızı sevmişmiş. Kız da onu seviyormuş. Ama sonra başkası ile evlenmiş nedense. Babasının dostuymuş da evlendiği kişi. “Aslında annenle evlenmeyi hiç istememişti, ama büyükbaban çok kızdı ona.”
Ancak o zaman anlam verebilmişti babasının çok kızgın olduğuna ve annesi ile tartıştığında söylediği o şeylere: “Sanki ben mi istedim, ben de istemiyordum!”
Hep kendisi için söylediğini zannetmişti. “Beni bu kadar istemeyecek ne yapmış olabilirim ki!” diyordu.
Teyzesi olanları anlattığında sanki içi daha da soğumuştu. İlk defa gerçekten birşeyler yapmış olmayı istemişti; çünkü bazen suçlu olmak bile daha anlamlıdır. Ondan mıydı titremesi o da anlayamamıştı: “Ne oldu üşüdün mü?” demişti teyzesi.
“Bilmem!”
Eskiden cevaplar arardı, merak ederdi, sorardı kendisine-annesine. Şimdi öğrenmişti; ama sanki bir şeyler kırılmıştı içinde. Sırf bu yüzden kırık aynayı değiştirmemişti. Sorular geçmişti, ama hüznü…
Büyüyüp eline biraz para geçtiğinde ilk yaptığı şey o dağ başındaki eski, dökük kulübeyi satın almak olmuştu. İlk başlarda onarmak, elden geçirmek bile gelmemişti içinden. Kendisini en çok zorlayan şey ise çeşmenin uzak olmasıydı.
En iyi yaptığı şey kendisine kızmak ve kendisini her şey için suçlamaktı. “Bu bile bana fazla, hayat yüzüme gülmemiş çeşme mi gülecek!” diyordu.
Sonraki yıllardan birinde kulübesine gideceği tarihi biraz geciktirdi. Nedense kendisini daha bıkkın ve yorgun hissediyordu. Galiba kulübeyi aldığına pişman bile olmuştu.
“Keşke unutulup gittiğim gibi her şeyi unutsam!” demişti. İlk defa o gün “Allah’ım ya, neden yarattın ki sanki beni!” diye de içinden geçirmişti.
Köyde de kalmak istemedi ve kulübesine doğru yola koyuldu. Akşama ancak vardı ve tek istediği uyumaktı.
Ertesi sabah çeşmeye doğru yola koyuldu ve yine aynı karanlık, aynı cevapsız-sorusuz düşünceler. “Kocaman adam oldun, ama hiç büyümedin” derdi bu zamanlarda kendisine.
Suyunu doldurdu; ama yine daldı gitti. Sonra az ilerde, topraktan filizlenen o şeyler dikkatini çekti. Kalktı oraya doğru gitti, dizlerini yere koydu, parmağı ile dokundu, inceledi. Havuca benziyordu. “Yok canım, ne işi var havucun burada!” demişti.
Sonraki günler sanki içinde bir şeyler filizlenmeye başladı. Çeşmeye daha bir meraklı gidiyordu. Gerçekten de havuçtu bunlar. İlk defa başka bir soru sormuştu kendisine bu dağ başında: “Havuç kendi kendine böyle birden yeşermeye başlayabilir mi ki!”
Kurumuş toprağı sulamak, ıslandığını görmek, canlanması, yeşilliklerin büyümesi…
Yoksa zannettiği gibi Allah onu unutmamış mıydı? Suizan mı etmişti?
İlk defa utandığına ve kendisini suçladığına memnun olmuştu. “Belki de küçük bir hediyedir” dedi.
“Unutmamış, hediye olsa gerek. Sırf bana armağan” diye söylenerek köye geri döndü.
“Kocaman bir bahçe yapacağım, bir sürü şey ekeceğim” diye düşündü.
Dediği gibi de yaptı.
“O havuçlar” diyordu, “o havuçlar yeniden yeşermem için verilmiş bir armağandı Rabbimden!”
O gün yine sepetini doldurdu, suyunu da yüklendi, kulübesine döndü. Kapıda, kütüğün üstüne oturmuş bir adam vardı:
– Tanrı misafiri kabul eder misin?
– Hoş geldin amca bey, tabi ki ne demek. Çay hazır zaten, birlikte kahvaltı yaparız. Allah ne verdiyse! dedi.
Bahçeden topladıkları ile güzel bir tabak hazırladı. Havuçları saplarını kesmeden doğramadan sofraya koymuştu.
Çayından bir yudum alan misafiri havuçları görünce durdu, gözleri doldu.
Yutkunduğunu fark etmişti.
– Ne oldu amca bey? İstersen doğrayayım. Ben hep böyle severim. Ama hemencecik bir tabağa doğrarım.” dedi.
– Yok, dur. Gerek yok. Böyle daha güzeller” dedi.
– E, adınızı söylemediniz amcacım.
– Ben babanın eski bir dostuyum. Aslında havuçları çeşmenin yakınlarına ektiğim gün tanışmak istemiştim; ama yoktun. Özür dilemek istemiştim aslında.
Anlatmaya devam etmişti. Babasının gençlik arkadaşı olduğunu, sevdiği kızla evlenmesine engel olup kendisinin onunla evlendiğini, babasının bundan çok etkilenip yıkıldığını, vefat etmiş olduğunu duyduğunu ve helallik alamadığını falan…
Bunların hiçbirini duymuyordu. Zihninde aynı cümle dönüyordu:
“Havuçlar, bana bir armağan değilmiş, o berbat hayatın ortasına konulmuş bir ikram zannetmiştim.”
Bu sefer titrediğini fark etmedi. Yeniden kırılmıştı bir şeyler ve en önemlisi büyüsü bozulmuştu bahçesinin.
Misafiri onun anlamını yitirmiş yüzüne bakıyordu o ise sitemkar bir eda ile göklere…
…. ….. ….
Maksat hikâye veya kıssadan hisse değil bu yazıda. Binlerce yıldır, insanlık varlığın üstünde bir perde olduğuna; bu perdenin arkasında İlahi bir iradenin var olduğuna inanmaktaydı. Varlığın var olma sebebi ve mahiyetini kavrayamadığı olayların müsebbibi olarak Tanrıyı/Allah’ı görmekteydi.
Özellikle doğa olaylarında ve büyük sosyal olaylarda İlahi irade ile iki yönde bağlantı kurulurdu:
- Olayın ve durumun (deprem, fırtına, yanardağ patlamaları, salgın hastalıklar vb. sonucu yıkım olan tabiat olayları ve bazı durumlarda savaşlar, sürgünler, kıyımlar gibi sosyal olaylar) bizatihi sebebi olması açısından
- Meydana gelen olayda bir hikmet/imtihan olması açısından
Bu olaylarla ilgili bakış açısı ibret almak, ders çıkarmak, tövbe etmek, arınmak, sabır göstermek olurdu. İlahi iradenin taktiri bu yönde olduysa bir hikmeti var idi.
Günümüzde, tüm dünyada olmasa bile, bu büyünün bozulduğunu düşünüyorum. Doğa olaylarının işleyiş mekanizmasının anlaşılması, keşifler, makro ve mikro âlemdeki sebep sonuç ilişkisine dair bilginin artması İlahi müdahaleye dair algının silikleşmesine ve kaybolmasına neden oldu.
Yağmurun rahmet olmasının yerini buharlaşma, yoğunlaşma, su döngüsü ve iklim bilgisi almıştır. Fırtınalar ve kasırgalar İlahi bir azap olmaktan çıktı. Depremler artık bir uyarı değil tektonik hareketlerdir.
Gıda genetiği ile oynama ve tarımsal verim arttırma çalışmaları duanın yerini almış durumdadır.
Psikoloji ve psikiyatri alanında meydana gelen gelişmeler neticesinde “ruhsal” hastalıklar psikolojik sorunlara dönüştü. Cinlerin/cinlenmenin yerini nevroz ve psikoz aldı. Şerlilerin şerrinden korunmak veya şifa bulmak için Felak ve Nas sureleri okumanın yerini psikoterapi ve farmakoterapi aldı. Bu anlamda sözün de büyüsü bozuldu ve tesiri kalmadı.
Mesainin standart saatlere göre ayarlandığı ve milyonlarca insanın kentlere doluştuğu bu dünyada oruç tutmanın ve kurban kesmenin büyüsü bozulmuştur. Gecesini ibadet ile geçireceğin ve gündüzü Kur’an okumak ile değerlendireceğin bir oruç kalmadı. O ayda da aynı kısır döngü, aynı koşturmaca, aynı uyanma ve mesai saatleri; kilogram et hesabı ile alınan ve nezih ortamlarda (!) usta kasapların hızlı elleri ile kesilen hayvanlar kurbiyete vesile olamamaktadır. Sevgi ile beslemediğin ve incitmek istemediğin bir koç sana İsmail’ini hatırlatamaz ki!
Binlerce yıl boyunca insanın, açıklayabildiği ve somut nedenini bildiği şeyler sınırlıydı. Bunun ötesine geçildiğinde gaybın arkası, bilinemezlerin nedeni ve nedenlerin nedeni olarak Tanrı/Allah gösterilirdi.
Ancak bir şey oldu ve afakta insanlık uzaya çıktı, enfüste nöroloji, psikoloji ve atom altı dünya keşfedildi. Varlığı somut “varlık” olarak açıklayabilme imkânları ve potansiyelleri arttıkça Allah’a olan ihtiyaçları azaldı.
Bilinemezliğin azalması, öngörülebilirliğin ve hesaplanabilirliğin artması anlam yüklediğimiz bu dünyanın büyüsünü bozdu diye düşünüyorum. Binlerce yıldır Tanrı/Allah ile açıklamak zorunda kalınan şeylere yeni açıklamalar bulundu. İlahi bir mucize olan organizmanın yerini tüm parçaları teker teker yapılan mekanizma aldı. Bu nedenle ekonomi bir sistemdir artık. Siyaset, toplum, devlet, eğitim, üretim ve en önemlisi doğa/evren bir sistemdir. Parçalar arası ilişkileri bilinen bir sistemdir.
Bahçemizde filizlenen havuçlar İlahi bir ikram olmaktan çıktı. “Meğerse Birisinin hissettiği suçluluk duygusuymuş sadece.” Her şeyin bu kadar basit bir şekilde açıklanabilir hale gelmesi bizdeki hayret duygusunu yok etti.
Bunun varacağı yer, yüklediğimiz anlamın boşa çıkması nedeni ile, anlamsızlıktır.
Dinler kendilerini iki temele dayandırırlar: ANLAM ve AMAÇ
Günümüzde inançların bu şekilde can çekişmesinin nedeni de budur. Hem ontolojik olarak hem de tarihsel olarak dayandıkları anlamlı ve amaçlı dünya temelinden sarsıldı ve büyü bozuldu.
Bu yeni dünyada yaşamak için “anlama ve amaca” değil, sistemin devamını sağlayacak çarklara ve parçalara ihtiyaç vardır artık.
Mistik hayatın temsilcilerinin temsil etme keyfiyeti ortadan kalkınca, dünyaya tamamıyla modern bir pencereden bakanların ürettikleri ve savundukları ilim adamları için bir değersizleştirme sebebi gençler için de bir inkara evrildi. Kurana kainat penceresinden kainata da Kuran penceresinde bakılmadığı müddetçe ne Allah bilir, ne kainat anlaşılır. Ne de her şeyin merkezinde yer alan insan.
Üstadım benim ana düşüncem şudur: Eskiden insanlık özellikle tabiatı anlamaya, öğrenmeye ve varlığa üst bir anlam vermeye çalışıyordu. Bu nedenle kainata anlam verecek bir pencere ihtiyacı hissediyordu. Birileri bu konuda atalarının ruhlarından medet umuyordu. Birileri evrenin ruhundan…
Birileri anlamı Hz. İsa üzerinden vermeye ve büyük günah, baba-oğul-kutsal ruh ile bulmaya çalışırdı.
Birileri varlığın maksadını kendi kutsal soylarına hizmet için görürdü.
Bir inanıyoruz ki vahiy, her defasında bunları düzeltmek için insana hitap ederdi.
Ancak günümüzde (genel anlamda diyorum) insanlık evrene, kainata bir anlam ve üst amaç yüklemeye çalışmıyor. Çalışmadığı için de pencereye ihtiyaç duymuyor. Sadece varlığa şekil vermeye çalışıyor. Anlam ve amaç bulma ihtiyacı hissetmediği için de dine/dinlere başvurma gereği duymuyor.
Tabi ki bu gözlemlerim her kes ve her toplum için geçerli değildir.
Selametle
Son paragrafı biraz daha açabilir misiniz?
Şöyle tarif edeyim:
Binlerce yıl boyunca insanlık dünyanın, varlığın, olayların bir anlamı olduğuna inanırdı. Sadece vahye dayanan toplumlar değil diğer toplumlar da böyle inanırdı. Atların ruhları derlerdi, kötü ruhlar derlerdi, iyi ruhlar, tanrılar derlerdi. Ancak meydana gelen gelişmeler insanların genelindeki bu algıyı kırdı. Artık, devletler, toplumlar, örgütlenmeler bahsini ettiğimiz anlamlar için bir araya gelmemektedirler. Yani devletlerin amacı bir inancın bayraktarlığını ve yayıcılığını yapmak değildir artık. Tabiat olayları ile ilgili bakış açısı değiştiği için günah ve ödül ile irtibatlandırılmamaktadır. Dolayısı ile deprem olduğunda, kasırga geldiğinde bunun nedeni günahlar değilse yaşantıyı değiştirmeye gerek yoktur. Devletler için de bu böyle oldu. devletler olarak amacımız tanrının isteklerini yerine getirmek değilse, madem doğa ve tabiat bile Tanrıya bağlı değilse (çünkü yaygınlık kazanan anlayış budur artık) sosyal hayatı, devlete ait kurumları tanrının isteğine göre ayarlamamız gerekmiyor. Hatta doğa, tabiat ve evren bir makinaya benziyor. Biz insanlık olarak bu makinanın nasıl çalıştığını biliyoruz. Makinanın nasıl çalıştığını ve çarklarının nasıl işlev gördüğünü de biliyoruz.
Eskiden din diyordu ki, ŞÜKREDİN, ALLAHA GÜVENİN ALLAH RIZKI VERİR. Şimdi diyorlar ki zenginlik ve refahın şükürle ilgisi yok.
Eskiden din diyordu ki, ALLAH DÜNYAYI VE İÇİNDEKİLERİ İNSAN İÇİN YARATTI. Şimdi diyorlar ki, evren uçsuz bucaksız bir yer. Dünya evrende yok hükmünde bir toz zerresi; insan da dünyada toz zerresi. Bu varlık insan için değildir.
Eskiden deniyordu ki, Allah varlığı bir anlam ve amaç için yarattı. Şimdi deniyor ki varlığı artık aklımızla kavrayabiliyoruz. Varlığı yönetmek, ona şekil vermek, değiştirmek için Tanrıya ihtiyacımız yoktur.
Bu örnek verdiğim değişimler nedeni ile dinin insanlar ve devletler üzerindeki etkisi kayboldu. Artık, insanlık (küçük bir inanan azınlık hariç) dinin anlamını ve amacını gerçekleştirmeye ve ona göre yaşamaya çalışmak yerine bu sistemin gereklerini yerine getirmeye çalışıyorlar. Gelişenler bu şekilde geliştiklerini söylüyorlar. Gelişmeye çalışanlar böyle gelişmeye çalışıyorlar.
selametle