Paylaş

Yaşadığımız bu coğrafyanın nasıl bir özelliği varsa artık, neredeyse hiçbir şeyi olduğu gibi kendi sınırları içinde konuşamıyoruz ve değerlendiremiyoruz. Ekonomiyi ekonomi olarak, inancı inanç ve düşünceyi düşünce olarak konuşamıyoruz.

Psikolojik danışmalarda veya psikiyatrik incelemelerde bulunurken, görüşme esnasında danışanın/hastanın düşünce içeriğine, gerçeği değerlendirme yetisine, algısına, odaklanmasına, duygu kontrolüne, sizinle sağlıklı bir iletişim kurabilme becerisine ve daha birçok şeye dikkat edilir. Buradan edinilen izlenim ve bilgilerden yola çıkarak var olan sorun ve travma anlaşılmaya çalışılır; tedavi ve yönlendirmeler yapılır.

Yazıyı yazmaya “lanetlenmiş topraklarda yaşıyoruz sanırım” cümlesi ile başlayacaktım. Ancak hem uygun olmayacaktı hem de içime sinmedi. Şimdi anlıyorum ki, aslında travmalarla dolu bir coğrafyada yaşıyoruz.

Tarihimiz, kültürümüz, ilmimiz, bilgimiz, bilimimiz, inançlarımız, çocukluğumuz, gençliğimiz ve davalarımız travmalarla dolu. Geçmiş ile bugün, gelenek ile modernlik, alışkanlıklar ile yönetmelikler, inanç sahibi olmakla inanç karşıtı olmak, savunmak ile eleştirmek, değiştirmek ile muhafaza etmek arasında sıkışıp kalan ve sıkışmışlık halinde parçalanan bir ruh hali ve toplumsal yapımız mevcut durumda. Bu durum sürekli olarak gerçeklikten kopmamıza, kamplaşmamıza, olması gerekenin dışına çıkmak için kendimizi kolay ikna etmeye neden olmaktadır.

Travma yaşayan kişilerin ana özelliği içinde bulundukları zamana, kişilere ve olaylara verdikleri tepkiler onlarla ilgili değildir; travmalarıyla ilgilidir. Ya gerçekliği çarpıtırlar ya da hayallerini ve algılarını gerçeklik/hakikat olarak savunurlar.

Devlet yönetme şeklimiz; yani kurumlarımız ve kurumsal kimliğimiz, ekonomimiz, siyasetimiz, ideolojilerimiz, inancımız, faaliyetlerimiz hep travma kokuyor. Hem de buram buram.

Yürütme erkini ve yönetme yetkisini ellerinde bulunduran (bir okul müdüründen tutun da belediye yöneticisine, devlet kurumlarının en alt kademesinden üst kademelerine kadar) yönetici ve siyasilerin babaları ile derin sorunları olacak ki, ülkenin varını yoğunu sevmedikleri o babalarının malı gibi har vurup harman savuruyorlar. Şehirler, hiç fark etmeksizin tüm belediyeler,  mahalleler, binalar, kurumsal işleyişler o yöneticilerin ruhları ve düşünceleri gibi çarpık, uyumsuz, temelsiz, çürük…

Normalde devlet ile toplum arasındaki ana fark birinin düşünceye, diğerinin duyguya dayalı olmasıdır. İnsanlar arasındaki ilişki, birliktelik, yaşam şekli, işlerin yürüme mantığı temelde duygulara dayanır. Gündelik yaşam içerisinde kendimizi insan olarak hissetmemizi sağlayan şey bu duyguların varlığıdır. Bu nedenle severiz, kızarız, arzularız, nefret ederiz, yakınlaşırız ve kaçarız. Bu nedenle çalarız, usulsüzlük yaparız, yalan söyleriz, başkasının hakkını gasp ederiz, paylaşırız, başkası için ölümü göze alırız. Duygular değişkendir, çoğu zaman tutarsızdır, hatta belirsiz ve düzensizdirler.

Ancak insan aynı zamanda değişen onca şey içinde kalıcı olan bir şeylerin de olmasını ister. İşte akıl-düşünce burada devreye girer. Duygunun yanında düşünce, inancın yanında yasa (nas vb.), toplumun yanında devlet ortaya çıkar.

Devlet (kurumlar ve kurumsallık anlamında) o değişmez olanı, kalıcı olanı, tutarlı olanı, belirli ve düzenli olanı temsil eder. O nedenle Peygamber kızı Fatıma da olsa eli kesilir. O nedenle şeriatın kestiği parmak acımaz ve o nedenle emir demiri keser.

Yönettiği o toplumun bütün duygu yoğunluğuna ve duygu eksenli oluşuna aldırmadan, toplum gibi duygularına göre davranamaz devlet. Vergi cezasını silemez, trafik cezalarını affedemez, uygun olmayan binaya ruhsat veremez, yazdığı kanunlar ve yasalar yokmuş gibi davranamaz. Alınan kararlar koltukta oturanların duygularına göre değil; duyguların olası zaaflarına rağmen ortaya çıkan yasanın gereğine göre alınmalıdır.

Tüm bunlarının nedeninin (indirgemeci bir bakış açısı gibi görünse de) bireyin, toplumun ve kurumsal yapıların travmatik bir geçmişe ve dolayısı ile parçalanmış bir ruh haline sahip olması olduğunu düşünüyorum.

Yakın zamanda ülke olarak büyük bir acı (deprem) yaşadık. Depremler doğa açısından normal olsa da deprem dolayısı ile yaşananlar normal değildir. Yaşadığımız o yıkım ve ardından verdiğimiz tepkiler normal değildi. Binaların fiziksel olarak dağılması ayrı bir konudur tabi ki. Alanım icabı ben insanlar arası dağılmalar ile ilgilenmekteyim.

Kendi açımdan normal olmadığımızın en basit ve sıradan örneğini kurtarma çalışmaları sırasında enkazlardan birilerini kurtarırken “tekbir seslerinin” yükselmesinde ve bazı kesimlerin buna verdiği tepkilerde görüyorum.

Saatlerce ve bazen günlerce uğraşıp bir canı sağ salim kurtaran kişiler sevinç ve şükürlerini “Tekbir” “Allahu Ekber” şeklinde gösterdiler. Bazı kesimlerin bu sevinme tarzına verdiği tepki kin ve nefretlerinin kurtarma anının sevincini bastırır cinsten olmuştur. Onların bakış açısında “köşe başlarında, kuytu yerlerde insan boğazlayan o ortaçağdan kalma tipler enkaz alanında avazları çıktığı kadar bağırıyor” tarzında olmuştur. Bu kesimin verdiği bu tepkiye karşılık verilen cevap ise “inadına Allahu Ekber” olmuştur.

En basit ve naif tabirle tüm kesimler olarak acınası bir haldeyiz. Travmatik ruh halimiz nedeniyle en basit olaya bile dengesiz tepkiler veriyoruz. Hiçbir şeyi olduğu gibi kendi içinde konuşamıyoruz ve tartışamıyoruz.

Hâlbuki sevincinizi ister alkış ile ister sevinç çığlığı ile ve ister tekbir sesleri ile belli edin; deprem sonrası enkaz alanında bu şekilde davranmak yanlıştır. Sadece hatalı ve yanlış bir tepkidir o kadar. Siz hiç sınıfta ders anlattığı için çığlık atan öğretmen, ameliyatta kurşunu çıkardığı için bağırarak Allahu Ekber diyen doktorlar gördünüz mü?

Günlerce enkaz altında karanlıkta aç, susuz, üşümüş, yaralanmış, korkmuş birinin dengesi bozulur. Gerçeklik ile hayal arasında gider gelir. Halüsinasyonlar görür. Fizyolojik dengesi alt üst olur. Belli bir aşamada organlar iflas etmeye başlar. Artık her şey ona ağır ve fazladır. Ses, koku, dokunsal uyaranlar, heyecan verici durumlar; her şey…

Böyle birinin yanında bağıramazsınız, yüksek sesle tekbir getiremezsiniz, alkış tufanı koparamazsınız, onu o anda sevdiği birinin kucağına veremezsiniz. Yapmanız gereken tek şey sessizce şükretmek, yanındaki görev arkadaşına sarılmak, sakince ağlamak, oturmak… O kadar.

Ancak ne yazık ki bir anda verilen tepkiler yobazlık, gericilik, Hira’nın çocukları ve Olimpos’un çocukları şeklinde olmaktadır. Sürekli olarak bir “Miting Alanı” havasındayız.

Bazı televizyon kanallarını izlediğinizde zannedersiniz ki yıkılan her binanın başında üç vardiya çalışan yüz tane profesyonel kurtarma görevlisi, son teknoloji aletler, vinçler ve kepçeler bulunmaktaydı. Bazı kanallarda ise bütün şehir yıkılmış harap olmuş, çığlıklar betonların altında yükselmekte; ortalıkta ilgili kanalın muhabiri ve kameramanı haricinde kimse yok ve devlet erkanı da sıcak evinde kahve yudumluyor. Birileri yapılan işlere ve yardımlara “teşekkürleri” servis etmenin derdindeyken diğerleri hükümete olan nefreti servis etmenin peşindeydi. Ne ölüme ne de yaşama dengeli ve “olduğu gibi” bir tepki veremeyen bir ruh halidir bu yaşananlar. Tarihsel ve kültürel travmalarından kurtulamayan kişiler her durumu ideolojilerinin ve siyasi davalarının mezesi haline getirirler.

Yaşamaya çalıştığımız bu dünyada yaşamaya devam edebilmenin en vazgeçilmez şartı bize benzemeyenlerin varlığıdır. Her kesin bana/bize benzemiyor oluşu en büyük nimettir. Farklı olana, karşı olana, aykırı olana, bana uymayana tahammül edebilmek olgunlaşmanın emaresidir.

Ben Müslümanım. Başka bir kimliğe de hiç heves etmedim. Müslüman olduğum için beni sevenlere verdiğim tepki ve reaksiyon ne ise, bundan dolayı beni sevmeyen, benden rahatsız olan ve benden uzak durana da vereceğim reaksiyon aynıdır. Yeter ki haddini aşmasın.

Bu konuda son bir iki örnek ile yazıyı sonlandırayım diye düşünüyorum.

Videosuna rastladığım hoca efendi sabah namazından sonra, erken saatte verdiği vaazın sesini caminin (ya da ilgili mekânın) dışına veriyormuş. Başkaları da, kendisini dinlemeye gelmeyen o bahtsız ve nasipsizler de nasiplensin diye. Birileri de o saatte dışarıya verilen sesten (doğal olarak) rahatsız olmuşlar ki şikâyet etmişler. Zat-ı muhterem bu şikayete pek bi alındı ve gazaplandı. Ancak belli etmemeye çalışarak dışarıya verilen sesin iptalini istedi. Cemaat hep birlikte getirdikleri tekbirlerle bunu yapmamasını istedi. İnadına duysunlar, onlar kim ki sesimizi kısıyorlardı. Cemaatini sakinleştirdikten sonra yaptığı açıklama ise şu oldu: “Şimdi onlar uyuyadursun. Ne mutlu ki ölüm var, ne mutlu ki cehennem var…”

İster inançlı kişiler olsun, ister inanca karşı ya da inanca mesafeli kişiler, hangi kesimden ve anlayıştan olduğu hiç fark etmeksizin ülke insanı olarak yaşadığımız mekândan, zamandan, durumdan kopuk bir şekilde sadece travmalarımızı ve saplantılarımızı yaşıyoruz/yaşatıyoruz.

Ülkemiz dâhil günümüzdeki devletleri yüz veya iki yüz yıl geriye doğru götürdüğümüzde verilen savaşlar sonucu kurulan kurtulan devletler olduğunu görürüz.

Bu durum, kendi dönemi içinde tarihte meydana gelen bir saflaşma, çatışma, sınıflaşma ve kavganın olduğunu gösterir. Bazı devletler bunu atlatmış, zamanın geçmesi ile beraber kendi dengesini bulmuş ve kendi yaşam şekillerini içinde bulundukları zamana uygun bir şekilde yeniden organize edebilmişlerdir. Yani o geçmiş travmaları atlatabilmişlerdir.

Ancak ülkemizde bu travma hala aktif bir şekilde devam etmektedir. Bunu da iki nedene bağlıyorum. Birincisi inançlarımıza ait travmalar ikincisi de devletin kuruluş dönemine ait travmalar.

Peygamberimizle Müşrikler, Yahudiler ve Hristiyanlar arasında verilen savaşın, Emevi-Abbasi ve Ehlibeyt arasında verilen savaşın kavgası canlı bir şekilde halen ülkemiz insanları arasında devam etmektedir. Sağdan da saysan soldan da saysan Müslümanların en fazla yüzde birlik bir kesimini oluşturabilecek gruplar kendilerini Peygamberin günümüzdeki varisleri ve ders halkalarını Nuh’un gemisi olarak görmektedirler. Gemiye girişi “kartlı bir sistem” haline getiren bu kesimler kendileri gibi olmayı kabul edenleri selamete çıkaracaklarını vaat etmektedirler. Kabul etmeyenler ise cehennemin dibini boylasınlar.

İkinci travmamız ise Kurtuluş Savaşı’nda savaş Yunanistan, İngiltere ve Fransa ile verilmişti. Ancak bunun kavgası savaşı kazananlar arasında hala devam etmektedir. Kullanılan jargon, hayaller, vaatler, ithamlar o dönemden kalmadır. Osmanlı’yı geri getirmek isteyen kesimler de onları toprağa gömüp üstüne beton dökmek isteyen kesimler de hayallerini bir türlü gerçekleştiremedi.

Toplum olarak yaşadığımız bu “Çoğul Kişilik Bozukluğunun” tedavisi örtük bir şekilde devam etmektedir.  Her biri kendilerini asıl ve baskın kişilik olarak görmekte ve çözüm yolunu diğer kişilik parçalarını yok etmeye çalışmakta görmektedir. Bu saplantılı ve gerçeklikten kopuş hali hemen her alanda meydana gelen patlaklarda kendisini göstermektedir.

Demokratikleşme serüvenimiz, batıcılığımız, İslamcılığımız, modernciliğimiz, gelenekselciliğimiz, Anadolu İrfancılığımız, sekülerciliğimiz, yerli ve milliciliğimiz, bilimselciliğimiz, kentliliğimiz ve köylülüğümüz hep bu travmaların gölgesi ve etkisi altında kalmıştır.

İşin kötü tarafı bunu kendimizden sonraki nesillere bırakmak için canhıraş bir çaba içerisindeyiz.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap