Paylaş

“Batı bu sorunu –sosyal yaşamla din arasındaki uyuşmazlıkları- dinin alanlarını belirleyerek çözmüştür.”                                                                                                                                                                                  N.H.Y

Bu yazı yukarıdaki cümleye itiraz etmek üzere yazıldı. Zira kanaatimce bu cümlenin gerçeklik, doğrusallık, analitik, akidevi olarak ciddi sorunları bulunmaktadır. Cümlenin hemen sonunda kafamda beliren soru işaretleri şunlar oldu?

-Dinin alanları nedir, ne olmalıdır?

-Dinin alanlarını belirlemeye ehliyetli kimseler var mıdır varsa kimlerdir?

– Sosyal yaşamla din arasında uyuşmazlık varsa sorumlu kimlerdir ya da nelerdir?

-Sosyal yaşam ve din arasındaki uyuşmazlıklardaki sorunlarda sorun olarak görülen şeyler dinle mi ilgilidir yoksa sosyal yaşamın dinamikleri ile mi? Bu ayrımı yapacak olan parametreler nelerdir?

-Batı, sözüm ona çözümle ilgili neler yapmıştır, neden?

Bu ve bunlar gibi onlarca soru daha çıkarılabilir yukarıdaki soru için. Cümleyi analiz etmek için Batının dinle, dinin batıyla olan ilişkisine değinmek adeta zarurettir.

Batıda dinin başlangıcı

M.S 313 e kadar baskı azap ve suçlamalarla karşı karşıya kalan Hristiyanlar, toplu halde bulunmaları yasak olan, her türlü iftiraya (yamyamlık, cadılık, ahlaksız ayinler düzenlemek, kitlesel ensest, küçük çocukları katletmek)  maruz kalan, kanlı Roma arenalarında canlı canlı aslanlara yem edilen, yerlerinden sürülen, işkencelerle öldürülen küçük gruplardan oluşuyordu. Aslında zulüm hiç bitmemiş değil mi? Hep yaşamış ve sirayet etmiş.

M.S. 313’te Milano Fermanını yayınlayan Konstantin ve yardımcısı Licinus, Hristiyanları ve onların öğretilerini saygın ve korunmaya layık olarak ilan etti ve resmi koruma altına aldı. 395 te isebir başka imparator Theodosius bu kez Hristiyanlık dışındaki bütün inançları yasaklayarak Büyük Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak bir zamanlar zulüm ve işkence altındaki bir öğretiyi getirdi.

Batıda dinin güç ve otorite kazanması

Kilise; esaretten, aşağılanmaktan, işkencelerden kurtulmuştu. Saygınlık, üstünlük ve güç ilk kez ezilen ve horlananların olmuştu. Onlar ne mi yaptılar? İmparatorluğun askeri gücünü Tanrının kendilerine bahşettiği ve her türlü kullanma yetkisiyle donattığı bir güç gibi göstererek etki alanını genişletmek amacıyla Hristiyan olmayanları Hıristiyanlaştırmak için kullandılar. Norveç ve Hollanda dolaylarından başlayarak kiliseye kaydını yaptırmayan, istavroz çıkarmayan, kilise buyruğunu Tanrı buyruğu görmeyen kimseyi bırakmadılar. Pagan ya da başka inanca mensup kişiler ise daha önce acımasız imparatorların Hristiyanlara yaptığı işkencelere maruz kaldılar.

Kilise buyruğunu Tanrı buyruğu olarak görmek, kutsal kitapta ayet, sonraki devletlerin tamamında da Kanun olarak yer almaktaydı. Çünkü Matta incilinde : 15 İsa onlara, “Siz ne dersiniz” dedi, “Sizce ben kimim?”
16 Simun Petrus, “Sen, yaşayan Tanrı’nın Oğlu Mesih’sin” yanıtını verdi.
17 İsa ona, “Ne mutlu sana, Yunus oğlu Simun!” dedi. “Bu sırrı sana açan insan değil, göklerdeki Babam’dır. 18 Ben de sana şunu söyleyeyim, sen Petrus’sun ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım.

Bu bildiğimiz manada bir halifelikti. Hatta daha da kutsallık atfedileni. Zira Rabbin “oğlu” bir ölümlüye dinini onun üzerinde kuracağını vaat ediyordu. Onun vekaletiyle de tüm Papalara. Papalar eliyle kiliselere. Kiliseler eliyle de tüm din adamlarına. Onlar bir şey buyurdular mıydı, karşı gelinemezdi, Tanrı buyruğuna karşı gelinmiş sayılırdı. Dolayısıyla en ağır cezayı peşinen kabul etmiş olurdu.

Batıda dinin kavramsallaşması ve ideolojizasyonu

Roma’da yakılan bu ateş kimi zaman devletler arası anlaşmalara kimi zaman savaşlara –Haçlılar- kimi zaman aforoz, engizisyon gibi can yakan uygulamalara dönüşerek yüzyıllarca mekanın sahibi olarak yanmaya devam etti. Giardano Bruno kilise tarafından çıkartılan emirle diri diri yakılmadan önce şunları söylemişti:  “Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.”  Bu söz bana kalırsa o dönemin en güzel özetiydi.

O dönemin bilgisi, Tanrı söyleminin anlaşılması ve keşfedilmesi şeklinde anlaşılabilirdi. Ve kilisinenin geldiği son nokta, bu bilgilerin en tartışılmaz en gerçek ve en inanılması gereken bilgilerdi. Dönemin ünlü düşünürlerinden Augustinus: “Anlamak için inanıyorum” demişti. Yani inanmak anlamanın ön koşuluydu. Patristik felsefe, skolastik dönemin ana unsurlarını oluştururken Kavram realizmi, yeni Platonculuk; Albertus Magnus, Rescelinus gibi düşünce akımları ve fikir adamları eğitim ve öğretimin nasıl olması gerektiğine, nelerin öğretilmesi gerektiğine, bilgiye ulaşma yollarının neler olduğuna karar veriyorlardı. Bilgiyi elinde tutmak gücü elinde tutmak demekti. Bilgi ise “yedi özgür sanat” ı içine alarak insanlığın zihinlerine zerk ediliyordu. Antropik ilke kuşatıcıydı ve tekel oluşturmuştu.

Tarihi ve önemli şahsiyetler Auginus’tan Aquinolu Thomas’a doğru evrilirken “anlamak için inanmak” önermesi “inanmak için bilmek” şeklinde kendini yeniliyordu.  Zira Aristo ve Platondan başka, İbni Rüşd, İbni Sina, Moses Maimenides gibi doğu kökenli parlak filozoflar Batı’yı etkileri altına almışlardı.

Skolastisizmin Sonu

M.S. 1500’lü yıllara gelindiğinde; Fransisken ve Dominiken tarikatları arasındaki tartışma giderek kızışmış, Fransiskenlerin başını çektiği bilgi ve inanç, “Teoloji ve doğa bilimleri arasında ayrım yapılması gerektiği” fikri daha baskın hale gelir olmuştu. Johannes Don Scottus’un Volantarizm –iradecilik-  Ochiamlı William’ın deneyimleştirmeye verdiği önem, Roger Bacon’ın ampirizme verdiği üstünlük Skolastisizmin çalkantılı yolculuğunda kilisenin kazanlarını kaynatıyordu. Kilise ve Batı aklı, tarihinde ilk kez inanç ve bilgiyi kesin çizgilerle birbirinden ayırıyordu. Bu ise reformasyon ve Rönesans döneminin başlayacağının işaret fişeğiydi. Bu kadar açılım bile 1600 yılında Bruno’nun yakılmasının önüne geçemedi. Bin yıldan biraz fazla süren –ki engizisyonun tamamen ortadan kaldırılması 1965’tir- skolastik dönemde kilise gücü tüm yönleriyle elinde tutmak için yaptıkları vahşet dolu eylemler bin yıl önce asıl hristiyanların yaşadıklarının neredeyse bire bir aynıydı.

Engizisyonlar nasıl  bir mahkemeydi diyenler için; suçsuzluğunuzu ispatlamanız için elinizde kor tutarak ateş üzerinde yürümeniz ve yaralanmamanız gerekiyordu örneğini hatirlatabiliriz. İsa’nın bile suçsuzluğunu kanıtlayamayacağı “mahkeme”lerde binlerce masum; cadı, iblis, kafir, din düşmanı, İsa düşmanı ilan edildi.

Reform Hareketleri

Reform hareketlerinin başlamasının niteliği biraz da siyasi aslında. Endüljans sömürüsünün farkına varan –belki de başkaldırı için fırsat bilen- Martin Luther, Roma’dan dönüşte Almanya’nın yoksullukla savaşmasına rağmen Roma’da papalığın refah içerisinde yaşadığını, bunun Hz. İsa’nın öğretilerine zıt olduğunu ilan ederek işe başlar. Saksonya Elektörünün de desteğini arkasına alan Luther 1517’de Wittenberg Kalesi kilisesinin önüne astığı 95 maddelik bildirgesiyle Protestanlığı resmen kurmuş oldu. Ardından başlayan Köylüler Savaşı ve Augsburg anlaşmasıyla resmiyet kazandı ve Ortodoksluk ve Katoliklik dışında ilk mezhep olarak Protestanlık kilisedeki sarsılmaz yerini aldı.

Değişimin çarpan etkileri çevre ülkelerde de kendini göstermeye başlamıştı artık. Fransa’da cadı ilan edilen edilen Jeanne Darc’ın hafızalardaki travmatik etkisi, İngiltere’de boşanmayı kabul etmeyen Katolik papaya başkaldıran 8. Henry’nin desteğiyle Jean Calvin’in Luther’den etkilenerek yarı Protestan yarı Katolik bir mezhep oluşturması kısa zamanda Avrupa içinde Roma Kilisesine karşı isyan ateşini körüklüyordu.

Aydınlanmacılık etkilerinden midir bilinmez; Martin Luther’in ampirizmi savunan ve eğitim ve yönetimde laiklik yanlısı fikirleri de mevcuttu. Çağı için oldukça ilerici olan bu fikirler yönetsel anlamda kilise öğretilerinin dışlanmasını –dolayısıyla dinin alanlarının belirlenmesini içeren- ilk içerden yapılan kalkışmaydı.

Rönesans ve Aydınlanmacılık Etkisi

Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanında da alıntılandığı üzere Kutsal Kilise “Bilgi”nin kaynaklığı ve sağlayıcılığını, Tanrıdan geliyor ve Onu destekliyor oluşunu, imanın izinde ve içinde oluşunu ve gölgelenemez oluşunu, Tanrının bilinemezliğinin tümel bir nitelik ve sorgulanamaz bir gerçeklik olduğunu vurgular ve empoze ederken karşıt görüşteki tüm bilgileri ve bilgi kaynaklarını denetim ve gözetim altında tutuyordu.

Roma Kütüphanesi kendisine kadar gelen tüm bilimsel kayıtların içinden kendi tezini destekleyenleri bulup çıkarıyor diğerlerini ise kilitli mahzenlerde tutuyordu. Böylelikle “kötü niyetli ve imanı zayıf” kişileri etkilenmekten ve kafir olmaktan kurtarıyordu. Endülüs Emevilerinin İspanya içlerine gelmesi, tüccarlar ve lordlar tarafından desteklenen coğrafi keşiflerin başlaması kilise tarafından gizlenen bilgilerin gün ışığına ve genel kullanıma açılmasına sebep oldu.

İtalya’daki rönesans hareketinde eski Yunan ve Roma ediplerinden Tacitus, Sophokles, Domosten, Platon, Çiçero ve Virgil’in eserleri tekrar ortaya çıkarıldı. İtalya’da mimari ve heykel, Almanya’da dini motifler ve resimler, İngiltere’de edebiyat, Fransa’da edebiyat ve resim alanında oldukça yayıldı ve gelişti. Gotik Stildeki eserler yerini Barok ve Rokoko tarzına bırakıyordu. İnsani değerin hiçbir öneminin olmadığı evreden Burkhard’ın: Rönesans, insanın keşfedilmesidir, dediği Hümanizme geçiliyordu. Galileo Galilei, Kopernik, Bruno gibi çoğunun işkencelerden geçirilerek öldürüldüğü ve adeta yasaklanan bilim ve akılcılıktan Rasyonalizasyon ve Ampirizme geçiliyordu. Aklı, elinde ve dinin kıskacı altında tutan Kilise ilk kez akılcılığın taarruzuna düçar olmuştu. Kilisenin ne Descartes’a göz kırpan ikiciliği ne Platon’un idealar ilkesi açıklamaları ne de Volantarizmi kendisini bu kesin yenilgiden kurtaramıyordu. Aydınlanmacılığın kilise karşıtı ayak sesleri; Kiliseyi seküler dayatma ile devletten, laik sistemle medeni ve eğitsel dünyadan, Materyalist felsefe ve determinist fizik ile dogmatik kabullerden uzaklaştıracak şekilde geliyordu. Belki de din adamlarına bu dönemdeki en büyük darbe sahibi olduklarını düşündükleri İncil’den geldi. İncil’in farklı dillere çevirilmesi ve herkes tarafından anlaşılmasıyla Kilisenin vazettiklerinden neredeyse hiç birinin İsa’nın kitabında olmadığını anlamaları oldu. İncil belki de milyon kez tahrif edilmişti.

Aydınlanmacılık ve Modern Dönem – Ve Tanrı Öldü

Acı ve zulümden doğan Batı dini, yüz yıllar boyunca yüz binlerce kişiyi engizisyona mahkum ettikten, sırf servetine konmak için sayısız aileyi yerinden yurdundan ettikten ve tıpkı kendilerine yöneltilen suçlamalar gibi suçlamalarla günahsız insanları vahşice katlettikten sonra tahakküm ettiği akla yeniliyor ve rütbeleri sökülüyordu.

Bilimin Tanrılaşması

Çok geçmeden tüm hazırlıklar tamamlandı. Rönesansın açtığı yoldan ilerleyen İlluminati şövalyeleri insanlığı hak ettiği konuma getirmek, aklı hapsolduğu zindanlardan kurtarmak, adaleti layüsel olmaktan kurtaracak, yönetmeyi demokratikleştirecek, eğitimi aklın hizmetine sunacak reçeteleriyle geldiler. Öncelikle “bilgi”yi tanımladılar. Zira her bilinene ve öğretilene “bilgi” denemezdi. Sonra “bilim”i. Sonrasında ise “bilim insanı”nı.

Bilim insanı sıfatını alıp, bilim uygulama lisansları ve kabul edilen –belki dayatılan- yöntemlerle bilgi avcılığı süreci böylece başlamış oldu. Kilisenin üstünü kararttığı, çarpıttığı, kendine göre kurguladığı eski bilgilerle –antik yunan, mısır, antik roma vb.- deney ve gözleme dayalı bilgileri ortaya koyarak yeni bilişler oluşturulacaktı.

Bilgiyi sorgulanamaz, değiştirilemez, şüphe edilemez, geliştirilemez ve deneylenemez olmaktan çıkarıp herkesin gözleyebileceği, deneyleyebileceği ve ulaşabileceği kayıtlar silsilesi haline getireceklerdi.

Bilgiyi insanlığın yararına kullanacaklar ve insanlık her tür gelişme ile eşitliğe, refaha, zenginliğe ve adalete kavuşacaktı. Michelangelo’nun yaptığı heykeller, Da Vinci’nin resimleri, Sheakespeare romanları ve oyunları, İtalyan operaları, konçertoları her yerde görünür ve ulaşılabilir oldukça halk tabanından da geniş destek gördü ve halk adeta bu yeni akım tarafından ilk kez gerçekten “kutsandığını” hissetti.

Bilim, etkinlik sahasını belirlemek için evvela çalışma sahasını da belirlemeliydi. Bu açıdan Fizik, Matematik, kozmoloji, pedagoji, felsefe, tıp, antropoloji, psikoloji, sosyoloji, astronomi gibi insan düşüncesinin merak edebileceği her alana kürsülerini yerleştirdi. Bütün bunlar hakkında Tanrı’nın söyledikleri dışında kim ne demiş, ne bulmuş, ne gözlemlemiş hepsini kaydetmeye ve ansiklopedik derlemeye girişti. Her şey insan içindi. “Yaşasın Hümanizm”di. İnsandan üstün olan hiçbir değer, hiçbir yapı, hiçbir varlık olamazdı.

Bilim-Değerler Çatışması

Tüm bunlar insan “yararına” olurken, keşfedilen yerlerdeki “insansı”ların nasıl kategorize edileceği düşünülmemişti ama olsun. Hümanizm diye ortalık inlerken aryan çılgınlığı ile Batı kibri kendine burada da yeni bir alan açmıştı ama olsun. Oralardan gelen sarı cevherler materyalist bilimin, hümanist yapılanmanın, insan zenginleşmesinin temelini oluşturacak sermayeyi oluşturuyordu.

Teknolojik gelişmeler, halkın refahına sunulmayı hak ediyordu ve sanayileşme gecikmeksizin başlamalıydı. Bu sefer Burjuva – patron – işçi gibi sorunsallar çıkmaya başladı ki Materyalist düzenin ilk programlama açığı burada patlak verdi. En azından devletleşme ve gelir ve adalet dağılımı konusunda derin fikir ayrılıkları ortaya çıkmış ve bazı sosyalistler “otorite ve güç”  tanımını farklı şekilde paylaşmayı öneriyordu.

Skolastik dönemde tek güç Kilise ve lütfettiği Krallarındı. Aristokratlar ve kilise dışındakiler şimdiki yoksulluk sınırının kat be kat aşağısında imkan olsa dilencilik yapacak kıvamda yaşıyorlardı.

Rönesans ile birlikte servet kullanımına burjuvalar dahil olmuş oldu. Rönesans ve aydınlanmacılık amacına ulaştıysa servetin sahiplerinden paylarını almak isteyen girişimci tüccarlar sayesinde oldu. Aydınlanmacılık sonrası Modern Yaşam kurulurken burjuva eliyle kuruluyor olmasının avantajlarını elde kullanmak isteyen burjuva, serbest sermayeyi –liberalizm- ve Weber iktisatını benimsemiş olmaları gerektir  ki yeni yükselen binalar, fabrikalar, bankalar kapanın elinde kalıyordu.

Dinin Sınırları Çiziliyor

Bu servetin üstünde hiç kimse hak iddia etmemeliydi, edememeliydi. Ne Tanrı adına kilise, ne devlet adına vergi memurları ne çalışan adına sendikalar. Diğer ikisinde başarılı oldukları söylenemez ancak Tanrı bir daha kimsenin kapısına gidip haraç kesemedi. Ezile büzüle yardım isteyebildi sadece. 1789 İhtilaliyle ayak sesleri belirginleşen laiklik; devlet yönetiminden, eğitim sitemine, müzik, resim, tiyatro, opera gibi eğlence anlayışlarının tamamına sirayet etti ve bir yönetme biçimi olarak sekülerizm, İsa’dan aldığı güçle de bütün hatlarıyla vücut buldu – Bkz: Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya-

Aslında olaylar etrafında yahut kanun maddeleriyle bu sınırlamaların neler olduğu anlatılabilir. Fakat yazı oldukça uzadı. Yakın dönem olduğu için de herkes, ABD başkanının İncil’e basarak yemin ettiğini, Vatikan’ın İtalya içinde hala aktif bir şekilde görevine devam ettiğini, herhangi bir kürsüde bilim adına dogmatik bir şeyden bahsedebilmenin mümkün olmadığını, bilimin yeni Tanrı olarak canı istediğinde her şeyi yapabildiğini biliyor.

Günümüz

Bu iki yüz yılda bütün insanlığı öldürebilecek binlerce silahın bulunduğunu, tarihte aslı görülmemiş, katliamların herkesin gözü önünde yapılıyor olduğunu, günde 30 bin çocuğun bugün bile Afrika’da açlıktan öldüğünü biliyoruz.

Aydinlanmacıların hayali olan Modernizm artık tüm kuramlarıyla oturmuş ve Batı medeniyeti ışıltılı yaşamlarını kendi içlerinde yaşarken Hollanda’nın Belçika’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin sömürgelerinde hangi vahşetleri sıradanlaştırdığını, kendi çocuklarının görmelerine duymalarına bile tahammül edemeyecekleri dehşet verici katliamları başkalarının çocuklarına nasıl soğukkanlılıkla uygulayabildiklerini biliyoruz.

Batının Asıl Sorunları

Hasılı bilim Tanrısı da Batılı bir Tanrıydı. Hristiyan Tanrı’yı öldürmüş yerine kendisi geçmiş ve bin yıl önce yapılanı bir bin yıl sonra da yapabilmek için sadece dilini ve dinini değiştirmiştir. Batı, Batı’dır, Din de din dir. Batılı dindar da Batılı bir dindar dır. Ama Batılı’dır. Buradan anlaşılması gereken şey ise;

– Batının elinde hangi enstrüman olursa olsun kötüye kullandığı ve kullanacağı tarihi olaylarla isbat-ı muhkem olunmuştur.

– Son iki bin yıl içerisinde inançsızken paranın ve zümrenin gücüyle zulüm ve işkencelerde bulunmuşlar, inançlıyken güya Tanrı’dan aldıkları güçle vahşetlerine devam etmişler, şimdi ise din yerine bilimi ikame ettikleri halde gene artan şekilde zulüm ve vahşetlerine devam etmektedirler.

– Demek ki burada sorun ne din, ne inançsızlık ne de bilimselciliktir.

-Burada sorun Batı doyumsuzluğu, Batı iki yüzlülüğü, Batı suistimalciliği, Batı vahşeti, Batı adaletsizliği, Batı kibri ve küstahlığıdır.

– Yani Batı itiraz konusu cümlede geçtiği gibi dinin alanlarını belirleyerek herhangi bir sorunu çözmemiştir. Eleştirilmesine dahi tahammül edemediği canavarca hislerini ve sınırsız  -belki hedonist denebilir- yaşam biçimini sigortalatmıştır.

Gerçekte Dinin Alanlarını Kim Belirler?

– “O’ndan başka taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerden ibarettir. ALLAH onlara her hangi bir güç vermemiştir. Hüküm, ancak ALLAH’ındır. Yalnızca kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Ne var ki halkın çoğu bunu bilmiyor.” Yusuf: 40.

– Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler. Al-i İmran: 83

Eğer dinin alanını, dinin sahibine (c.c.) bırakacak olursak durum çok net. Kuralları koyan, kimin nasıl inanması, nasıl yaşaması gerektiğine karar veren yalnızca O (c.c.) dur. İslam kuralları, mistisizmi, sufizmi, felsefesi de bu ön kabulle birlikte şekillenmiştir.

İrade-i cüziye ve kader anlayışları üzerinde yahut ulu’l-emr, hayrın ve şerrin Allah’tan gelmesi konusunda muhtelif görüşler ileri sürülse de Hristiyanlığın yoluna çıkan reform talepleri, dini yapılanmalara toptancı karşıtlık İslami toplumlarda görünmedi.

Buna sebep Müslüman “ruhban” sınıfının toplum ve yönetim erki üstünde “ilahilik”, “sorumsuzluk” iddia etmemeleriydi. Zulüm ve vahşet odaklı yönetim şekline “Tanrı buyruğu” kılıfı uydurmamalarıydı.

Bendeniz konuyla ilgili, Mevdudi’nin, Ali Şeriati’nin, Seyyid Kutub’un, Cemil Meriç’in de konu ile ilgili fikirlerini – daha fazla kalabalık etmesin diye burada paylaşmıyorum- araştırdığımda dinin alanlarının belirlenmesi ile ilgili hiçbir görüş okumadım. Tersine insanın sosyal yaşam, din, çalışma ile ilgili hayatında nasıl bir ahlaki ve dini duruş “kulluk idrakı” içerisinde olmaları gerektiğine dair bahisler mevcuttu.

Zaten böyle bir düşünce insanı “Deizm”e sürüklemez de ne yapar? Tanrı’yı seyirci konumuna koyup yaratıcının sıfatlarını kullanan insan neler yapmaz?

Aslında Dinin Alanı 

Dolayısıyla yazının girişindeki kafamda canlanan sorular aşağıdaki şekilde cevaplanabilir:

1- Dinin alanı bütün bir yaşamın alanıdır. Her şeyi kapsar ve kuşatır. Yaratan yarattığı evren ve şeylerle ilgili her türlü tasarruf hakkını elinde tutar. Ona karşı her alanda sorumlu olduğumuzu kabul eder ve hayatımızı bu bilişe göre tanzim etme yükümlülüğümüzü üstleniriz.

2- Dinin alanını ve diğer tüm alanları belirleyecek ve ayıracak olan yalnızca O’(c.c.) dur.

3- Eğer bir sorun varsa bu anlama ve idrak etme noktasında sınırlı davranmış insana aittir. Kendini sınırlaması ve alan düzenlemesi yapması gereken insandır.

El Netice:

Usuldan “oksidentalist” olmaya doğru evrilirken –Onların oryantalist versiyonuna muhalif olarak- asıl sorunun BATI olduğunu görelim artık. Batı tarihinin bir vahşetler tarihi olduğunu, daha önce din adına yapılanın şu anda bilim eliyle yapıldığını, değişmeyen tek şeyin her dönemde sistematik ötekileştirme, düşmanlaştırma ve acımasızlık olduğunu anlayalım. Batı Hümanizmi savunurken bile Otto Benga’lar orada sahneleniyordu.

Batı, Doğu’yu anlamaya çalışırken de analitik yaklaşıyor. Analitik yaklaşmak doğru sonuçlar verir ama yeterli sonuçlar vermez. Gerçek olabilir ama hakikat olamazlar.

Batı illetinden kurtulmakla mükellefiz. Bunu yaparken, onlar nasıl bizi anlamayı laboratuar konusu yaptı ise biz de onları anlamaktan işe başlayabiliriz. Onları onların yazdıklarıyla anlayamayız. Onları onların gösterdikleri ile de söyledikleri ile de anlayamayız. Nasıl anlayabiliriz? Davranışlarıyla. Neleri neden yaptıklarıyla anlayabiliriz.

Biz bugün kendimizi bile onların yazdıkları ve söyledikleri üzerinden anlamaya çalışıyoruz.

Dini anlamaya çalışırken onların teolojik metotları üzerinden mi gitmeli?

Dinin “alanları”nı belirlerken onların kıstaslarıyla mı hareket edilmeli?

Oysa bizim yöntemimiz kendi alanımızı belirlemekle başlamalı, bence. Kitaba kıyasla, ayetlere, kıssalara, siyere, fıkıha, kıyasla belirlemeli alanımızı. Bir de onlar yani BATI nerede duruyorsa  tam karşısında durarak.

2 thoughts on “Batı’nın Dini, Bilimi ve Hümanizmi

  • 18 Ekim 2020 tarihinde, saat 15:28
    Permalink

    Yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum. Güzel yazı olmuş. Daha önce hiç bu açıdan bakmamıştım. Bilmediğim şeyleri de öğrendim. Tebrikler

    Yanıtla
  • 19 Ekim 2020 tarihinde, saat 10:02
    Permalink

    Yazınızı çok beğenerek okudum ellerinize sağlık.Bu kadar emek verilerek, her yönüyle ele alınarak ,içi dopdolu bu müthiş yazıyı soluksuz okurken beri taraftan bu yazının yazılmasına sebep olmuş ve hiçbir şekilde elle tutulur yanı olmayan o cümlenin bu yazıyı hakedecek ne yapmış olabileceğini düşünmeden kendimi alamadım 🙂

    Yanıtla

Yorum yap