Paylaş

Her şeyin cevabının verildiği ve sizin adınıza birilerinin her şeyi düşündüğü bir ortamda ne hale geliriz acaba?
Bu sorunu günümüz modern eğitim ortamlarında daha iyi gözlemliyorum. Yaşadığım ülke ekseninde değerlendirecek olursam okullar, Kur’an kursları, vakıflar, dernekler, ideolojik eğitim merkezleri aileler adına her şeyi düşünmekte ve onlar adına süreci yürütmektedirler. Daha doğrusu aileler böyle zannediyor ve bunun ayartıcı rahatlığını yaşıyorlar. Ta ki çocukları biraz büyüyüp aslında hiçbir şeyin istedikleri gibi olmadığını fark ettikleri o an(lar)a kadar.

Bu yazıda maksadım eğitim sürecini ve aileyi değerlendirmek ve bu konudaki düşüncelerimi paylaşmak değil aslında. Ancak, düşünme sürecinde kullandığım bir yöntem var. O da şudur: Devleti ve toplumu aileye benzeterek durum değerlendirmesi yapıyorum ve aile içinde meydana gelen sorunların mantığını devlet ve toplumlar için de kullanıyorum. Bunu en azından şimdilik kullanmaya devam ediyorum; çünkü toplum ve devlet örgütlenmemiz hala aile yapımıza benziyor.

Her şeyin bir cevabının olmasının ve bizim adımıza birilerinin her şeyi düşünmesinin bizi düşürdüğü durumun bir benzerinin Allah (c.c.) ile olan ilişkimizde de gözlemliyoruz. Allah’ın her şeyi bilmesi ve vahyetmiş olması, bizim ile ilgili bir yaşam planının olması bizi benzer bir atalete ve zihinsel tembelliğe sürüklemektedir.

Niçin yaratıldığımızı bilmek* nasıl yaşayacağımızı bilmek anlamına gelmiyor. Ve aynı zamanda yaratılışımızın maddi yasalarını bilmemize gerek olmadığı anlamına da gelmiyor. *(Zariyat/56)

Yaşamın maksadı ile kendisi aynı şey değildir. Maksat zihnimizdeki gayedir, anlamdır, ufkumuzda bize yönümüzü gösteren yıldızımızdır. Ancak yaşamın kendisi, maddi bileşenleri, yasaları ayrı bir konudur. Buradaki “yetinme” duygusunun Allah’a karşı edepten kaynaklanmadığı, tembelliğimizden kaynaklandığını düşünüyorum.

Anlam/Amaç ile Yöntem/Şekil arasındaki bu karmaşamız, kolaycılığa kaçmamız, olayları tek yönlü düşünme tarzımız farklı alanlarda da kendisini göstermektedir. Genel bir anlama sahip olmamız, yaşamdaki her şeyi sadece bu amaç ve anlama göre açıklamamızı gerektirmez. Bir anlamda, her şeyin kendi iç yasası ve tabiatı vardır. Bu iç yasa ve tabiatı görememek maddi alemde önlenemez sorunlara neden olmaktadır. Şöyle ifade edeyim: Dünyada var olma anlamımız kulluk ve kulluğun ihlaslı olmasıdır. Kulluğu Allah için ve Allah’ın razı olacağı şekilde yapmak yani. Bu anlamda takva sahibi olmak, yeryüzündeki asıl varlık gayesinin farkında olmak, ihlas ve samimiyeti özümsemek; kişiyi iyi bir baba, iyi bir yönetici, iyi bir savaşçı komutan, iyi bir vali-öğretmen-kimyager-fizikçi yapar mı? Dindar ve samimi bir Müslüman olmanın yasası ile iyi bir başhekim olmanın yasası aynı mıdır?

Buna İslam tarihimizde aşina olduğumuz bir konu ile de örnek vereyim: “Efdaliyet Sorunu” Yani Hz. Peygamber Efendimizden (a.s.) sonra en faziletli kişiler kimlerdir? Verilen cevap (çoğu Sünni kaynakta) Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (Allah onlardan razı olsun) sıralaması olacaktır. Ne gariptir ki, bu sıralama aynı zamanda ilk dört Halifenin göreve geçme sıralamasıdır. Sanırım, Efdaliyet sıralamasını bir Şia/Ehl-i Beyt mensubu birisi daha farklı yapacaktır.

Hâlbuki ihlaslı ve takva sahibi olmak ile yaşamı yönetmek ve idame ettirmek ayrı şeylerdir. İhlasta, samimiyette ve sadakatte önder (bana göre) Hazreti Ebubekir (r.a.) idi. Ancak savaşları Halit bin Velid kazanıyordu. Hz. Ömer (r.a.) her kesin sözünü dinlediği ve çekindiği birisi idi. Ancak ordu komutanı Usame bin Zeyd oluyordu. Takva sahibi olmanız Rabbiniz ile kurduğunuz bağı gösteriyordu. Ancak iş, yönetmeye ve savaşmaya geldiğinde onun iç tabiatı değişiyordu.

Tarihi anlamda haklı olan Hz. Ali idi; ancak yönetimi ele geçiren Muaviye oluyordu. Müslüman devlete, kurumlarına şeklini O ve onun nesli veriyordu. Haklı olmak ayrı, kazanmak, galip gelmek ayrı oluyordu.

Kılıç ve taht Yezid’te ve Ebu Süfyan’ın soyunda idi; ancak fıkhı ve gündelik hayatı Ebu Hanifeden, Malik ve Şafii’den, Buhari’den (Allah Onlardan Razı Olsun) öğrendik. Güç ve söz sahibi olmanız, sesinizin çağları aşmasına yetmeyecekti. Çünkü kılıç sahibi olmanız aynı zamanda İlim sahibi olmanız; sesinizin yüksek çıkması binlerce yıl sonrasına da ulaşacağı anlamına gelmiyordu. Her şey kendi özünde saklı olan “sünnet” ile devam ediyordu.

Her şeyin kendi içinde bir tabiatının olduğunu ve kendi yasalarının olduğunu gözden kaçırmanın örneklerini çoğaltabiliriz.
Sizin tarihinize ait Hazerfen Ahmet Çelebinin ilk defa uçmuş olması günümüzde uçak filosuna sahip olmanızı sağlamıyor. Yedi düvele hükmetmek onları elinizde her daim tutacağınız anlamına da gelmiyor. Tıp ile ilgili bir kitabı ilk defa sizden biri yazabilir veya gök cisimlerini de siz keşfedebilirsiniz. Ancak bu durum sizi bilimin öncüsü, yönlendiricisi, daimi kullanıcısı yapmaz.
Tarihsel anlamda bir şeyin öncüsü olmak ile bunu medeniyet haline getirmek ve bir çağdan başka bir çağa taşımak ayrı şeylerdir.

Yeri ve göğü yaratmak Allah’a aittir; ancak nasıl yaratıldığını bilmek bize…
Atoma parçalanabilme özelliğini veren Allah’tır; ancak onu parçalayacak olan insandır.
Kur’an “Kardeş Olun!” der; fakat kardeşliği nasıl uygulayacağınız size kalmıştır.
İnsanın Allah tarafından yaratılmış olmasını bilmek yaratmanın “nasıllığını” bilmeye engel değildir.
En temelde, virüsü asıl yaratan Allah’tır; fakat onu üreten, yayan ve aşısını bulan insandır.
Evren’i ve dünyayı yaratanın Allah olması, evren ve dünya hakkında bilgi sahibi olma istek ve motivasyonuna engel olmamalı idi aslında.
Müslüman zihin bir şekilde Allah’ın varlığını ve varlığa her an müdahale ediyor olmasını kendi tembelliğine perde edindi. Çocuğunu okula, kurumlara teslim eden ve gerisine fazla karışmayan ebeveyn misali.

Varlığı açıklamada “Allah’ın varlığı/var etmiş olması” ile yetindi ve insan olma gereğini yerine getirmedi. Yeryüzünde yaşamıyormuş ve kendisini ilgilendirmiyormuş gibi yaşamamalı insan.
Merak duygusu çok katmanlıdır aslında. Neden yaratıldı sorusunun yanına nasıl yaratıldı sorusunu da eklemek insanın önüne uçsuz bucaksız bir alan açar.
Nasıl sorusunun cevabını Yaratandan alamazsınız. Ancak yaratılana bakarak bulabilirsiniz.
Sözün özü, diyorum ki her şey kendi tabiatı, kendi yasası iledir.
İhlaslı ve takvalı olmak ayrıdır, toplumu yönetebilmek ayrı
Kalem ayrıdır, kılıç ayrı,
İlim ayrıdır, iman ayrı,
Hz. Adem’in Allah tarafından topraktan yaratıldığına inanmak ayrıdır, üç yüz bin yıllık insanlık tarihini bilmek ayrı…

Allah’ın adil olması ve adaleti emretmesi ile yeryüzünde adalet ile hükmetmek farklı değil midir?
Veya faizin haram olduğunu bilmek neden haram olduğunu da açıklar mı?

Kur’an-ı Kerim’in son vahiy olması ve Hz. Peygamberin (a.s.) sünnetinin kılavuzumuz olması, bunların uygulanma şekli ve imkânları hakkında düşünmemize engel olmamalı idi. Ahiretin var olması da dünyayı yok saymaya neden olmamalı.

YETİNMEK ÖLÜMCÜL BİR HATADIR!

Yetinmek gerekseydi dinde;
Vahiyden sonra Peygambere
Peygamberden sonra ashaba
Ashabdan sonra Tabiine
Tabiinlerin takipçilerine, Fakihlere, Muhaddislere, Müfessirlere gerek kalmayacaktı.
Ezcümle talimatlarla yaşamaya alışan, sorgulamayan, düşünmeyen, risk almayan, tasarım yapmayan, inisiyatif kullanmayan, üretmeyen bir zihinden ayakları üzerinde duran bir medeniyet çıkmaz. Bu medeniyet işleri yoluna sokması için Allah’ı bekler, Mesihi-Mehdiyi bekler, devleti ve kurumları bekler.

Beklemek kötüdür demiyorum. Ama belki de bekledikleriniz yoruldu da istirahate çekildiler. Biraz da siz yorulun/biz yorulalım diyorum.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

2 thoughts on “Yetinmek Ölümcül Bir Hatadır!

  • 2 Ocak 2021 tarihinde, saat 14:41
    Permalink

    Bu site vesilesiyle sizlerin yazılarını okumamı sağlayan Rabbime şükürler olsun. Allah razı olsun sizden. Yine sizden okuduğum en anlamlı yazıydı..

    Yanıtla
    • 2 Ocak 2021 tarihinde, saat 21:37
      Permalink

      Yorum ve katkılarınızdan dolyı teşekkür ederiz

      Yanıtla

Yorum yap