Uzun yıllar yaşayabilme adına neler yapmıyoruz ki?
Rivayet odur ki sultanın biri rüyasında biricik kızının bir yılan tarafından sokulup zehirlendiğini ve öldüğünü görür. Bunun için çok sevdiği kızını tek başına kuleye yerleştirir. Kendisi dahil kimsenin kuleye girip çıkmasına izin vermez. Ne var ki hikayenin sonunda kaderin önüne geçemez ve kızı, bir yılan tarafından sokulup ölür.
İnsanoğlu, dünyada daha çok yaşamak adına bütün dünyasından vazgeçer, sevdiğini yaşatabilmek adına sevdiğinden vazgeçer; sevgisinden vazgeçer, diri diri bir mezara gömer.
Değil mi ki binlerce yıldır, daha çok yaşayabilme adına savaşıyor ve birbirimizi katlediyoruz insanlık olarak.
Ne kadar ironik bir durum aslında, ölüm en çok hayatta kalabilme arzusunun rahminde gizli. Yaşamak için ölüyor ve öldürüyoruz.
Büyü, simya, bilimsel araştırmalar, teknolojik gelişmeler hep bu amaç için.
Ne tesadüf ki bütün bu çabalar yaşamı daha da çekilmez kılıyor ve her defasında ölümlerin artmasına sebep oluyor.
Bütün şehirleri beton ve demir ile kaplattıktan sonra, bir virüs gibi elimizde kalan son yeşilliğin içinde tekrardan üremeye başlıyoruz.
Hayatın en sade halini temsil eden Kızılderililerin bir reisinin söylediği gibi:
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”
Farkındayım, beyaz adam zaten bunu fark etti. Hatta diğer bütün renklerdeki adamlar da bunu fark etti; o yüzden gözlerini uzaya ve diğer galaksilere, diğer gezegenlere diktiler.
Ancak kendi “Kız Kulelerini” nereye dikerlerse diksinler, kendi elleriyle göz göre göre hazırladıkları ölüm kaderleri onları gelip bulacaktır.
Acaba diyorum, acaba yaşamaya bu kadar tutkun olmazsa insan; ölümünü kendi elleriyle bu kadar acımasız bir şekilde hazırlar mı!