Paylaş

Urumiye(ارومیه), İran’da en çok uğradığım şehir. Aynı zamanda barındırdığı Türk-Kürt nüfus yoğunluğundan ötürü bana en yakın şehir. Buradan ayrılmak üzereyiz. Dostumuz Miraç biletlerimizi alıp muavine bizim için tembihlerde bulunuyor. Sonra sarılıyoruz, sıcak bir veda… Ardından yola devam. Tahran(تهران) yolundayız. 

İran otobüslerinden bahsetmek gerek. Otobüslerde eğer 2+1 düzende oturuluyorsa 25 kişi kapasiteli ve bunlar için VIP tabiri kullanılıyor. Eğer  2+2 düzende bir oturuş varsa 33 kişi kapasiteli ve bunlarda yol ücreti daha ekonomik. Yani koltuklar arası mesafe geniş ve koltuklar epey açıldığından yatak konforunda seyahat edebilirsiniz. Tabii bu yolculuklarda rahat etmeniz önemli oranda otobüsün yeni olup olmamasına da bağlı. Her şeye rağmen Türkiye’deki otobüslerde olabildiğince tıkıştırıldığınız bir yolculuktan daha iyidirBizdeki 2+1 otobüsler bile 40 yolcu alıyor. Uzun bir yolculuktan sonra doğrulamıyorsunuz bile. Otobüsten cin çarpmış sersemliğinde iniyorsunuz.

Tahran’da…(تهران) 

9 Muharrem (Tasua) 1441 tarihinin sabahında Tahran’da Terminalê Cunub dedikleri otogarda iniyoruz. Metro istasyonunu sora sora buluyor, ardından Meydanê Firdowsi (میدان فردوسی) durağında inerek yer altından yer üstüne çıkmayı ve insan kalabalıklarına karışacağımızı düşünüyoruz. Ama bugünkü Tahran benim bildiğim Tahran değil. O vızır vızır akan trafik, o hınca hınç insan dolu şehrin yerinde yeller esiyor. Caddeler sokaklar bomboş. Ve bir Batmanlıya yaraşır şekilde sokakların caddelerin tam ortasından yürüyoruz. Sukunet içinde, gamsız! 

Ama sessizlikten kork demişler. Fırtına öncesi sessizlik ürpertir demişler. Yarın Muharrem’in 10’u, yarın Aşura… Ve sadece Muharrem’in 10’unda değil bütün Muharrem aylarında İran’da bambaşka bir mevsim yaşanır. İnsanlar bu ayda yas tutarlar. Ehli Beyt’in matemi yaşanır tekrar tekrar. Yer gök hissetmeyen kalmaz. 

Derler ki Muharrem ayı girdiğinde burada insanlar gülmemeye, eğlence vb ortamlara girmemeye, berber ve güzellik salonlarına gitmemeye özen gösterirlermiş. Hatta yolculuğun başında medyada okuduğum bir habere göre İran sinemalarında Muharrem ayı boyunca komedi türünde filmlerin gösterimi yasaklanmış. Bu ay kulaklar en fazla Ahunde (İmam-Vaiz) ve Meddahları işitir. Duygular coşturulur, sineler yeniden parelenir ve aşıkların gözü yaşlıdır. 

Seyda’nın Tahran’daki arkadaşının evindeyiz, Emin Abi. Sıcak bir hoşgeldin’in hemen ardından beraber kahvaltı hazırlıyoruz. Evde tek olması rahat etmemize ve iyi bir istirahat çekmemize olanak sağlıyor. 

Benim bir çantam var. İran’a gidene kadar da paraya doymuş değildir. 1500 Türk Lirasını bozdurup İran Riyal’i almıştık. İran paraları sıfırlarla dolu. Örneğin bizim 1 liramız onların 20,000 riyali değerinde. İşte bu sebeplerden ötürü el çantam tıka basa para ile doldu. Yani ölmeden çantamın para ile dolduğunu görmüş oldum. Diğer bir açıdan İran’da para taşımak gerçek anlamda yüktür. Bu yüzden kart kullanımı son derece yaygındır ve seyyar satıcılarda bile pos cihazı bulunur.

Seyda ile Emin Abi uzun yıllar önce ortak bir ticaret yapmışlar. İşler iyi gitmemiş, ortaklık bitmiş. Ve şuan hayata farklı pencerelerden bakıyor olmalarına rağmen dostluk, diyalog, hâl û hatır sorma sarsılmadan devam ediyor. Ne güzel değil mi! Uzun yıllara dayanan bir dostluk ve arkadaşlığın sürmesi.

Benim açımdan şu nokta son derece kıymetlidir; senden farklı fikirleri savunan biri ile saygı içerisinde ve rahatça konuşabilmek. Ya da dostların birbirine yalan söylemeyen aynalar tutabilmesi… 

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalının kötü karakterinin de sevdiğim özellikleri vardır. O aynanın karşısına cesurca çıkıp “Ayna ayna, Söyle bana, Var mı bu dünya’da benden güzeli?” diye sorabilen bir kahramandır! 

Kendi aynasında kendine bakanlar, kendilerini kusursuz bulup toz kondurmayanlar, acılarını lezzetli bir büryana dönüştürüp masumiyet perdesini dolananlar… uyanın… var! Sizden güzeller var… Sizden çirkinlerin olması güzelliğinize delil değil. 

Öğlen vaktinde camiye gidiyoruz. Malumunuz seferiyiz. Yani namazları “qasr” ediyoruz. Belki bilmiyorsunuz, aynı zamanda “Şafi’î”yiz. Yani seferde bizim için “cem’” vardır. Cem’ öğle-ikindi, akşam-yatsı namazlarını tek vakitte kılabilme ruhsatıdır. Bu bakımdan öğlen vaktinde ikindi namazını da eda eden ve akşam vaktinde yatsı namazını da eda eden Şii kardeşlerimizle biraz benzeşiyoruz. Ama farklılık her zaman dikkat çekici olmuştur ve gözler farklı olanın üzerindedir. 

Şii kardeşlerimizle pek çok farklılığımız var. Bazıları onları “Fırka-i Delalet” olarak görür, Müslüman kabul etmezler. Soruyorum; “Ben Müslümanım” diyen kişiye hangi hakla “kafir” diyorsunuz! Ben diyorum ki; onlar farklı bir çeşit Müslümanlardır. Hatta farklılık doğanın kanunudur. Mesela doğada 15000 üzüm cinsi, 7500 elma cinsi ve 5000’den fazla armut cinsi var diyorlar. Sizden farklı bir Müslümanın olmasının neresi garip? Velhasıl bu konu pek derin ve meşakkatli olduğundan ve seferiliğin de meşakkatleri düşünüldüğünde bu kadarı kafi diyelim. Ancak aklıma gelmişken biz Kürtlerin de özellikle geçmişte pek rastladığı trajikomik bir vakıa vardır. Yurdun insanı pek çok yerde “Hocam Kürtler Müslüman değil; onlar Şafii imiş!” diye bilmişlik ettiği olmuştur. Yani “yarım hoca imandan, yarım doktor candan eder” diye meşhur olan o söz pek doğru bir sözdür. Bir cengaver çıksaydı da yarım bilginin nasıl bir felaket olduğunu, yaşanmış hikayeleri bir ansiklopedi olarak kayda geçseydi ne okunası bir eser olurdu. 

Muharremin 9’u denilen Tasua akşamında yine aynı camiye gidiyoruz. Camii pek dolu. Tahran’daki dostumuz camii imamının arkadaşı. Biz akşam ve yatsı namazlarını eda ederken o arada dostumuz bazı kişilerle görüşüyor. Namazdan sonra üç tane molla göze çarpıyor. Kısa, ufak tefek olanı mikrofonu alıp konuşuyor. Cemaat halka oluşturur gibi sırtını yaslayacak bir duvar bulan yaslanarak oturuyor. Yaslanacak duvar bulamayanlar ortalarda öylece oturup dinliyorlar. Bazısı da oturacak sandalye bulmuş. Ben sohbeti dinliyorum; bazen uyukluyorum, bazen sohbetin harareti artıyor ve duygusallaşıyorum. Gözyaşları dökenler de var. Bir iki yerde mollanın da sesi inceliyor, nefesi kesiliyor. Yine de kendisini pek etkileyici bulmuyorum. Sohbetini bitiriyor. 

Sonra orta yerde oturan, orta boylarda fiziği düzgün ve karizmatik bir beyefendi öne doğru gelerek mikrofonu alıyor. Cebinden ufak bir defter çıkarıyor. Bir selam veriyor, ardından birkaç kelam nutuk çekiyor. Konuşmasının başında özellikle bir noktaya dikkat çekmek istiyor. “Çocuklarınız zan etmesin ki İmam Huseyn susuzluktan şehid oldu.Çocuklarınıza iyice belletin ki İmam Huseyn ve Yarenleri yanlız bırakılmaktan, terk edilmekten ötürü şehid oldular. Ehl-i Beyt bîâb kaldıkları için değil; bîyâr kaldıkları için şehid oldular.” diyerek yüreğimin tellerine dokunuveriyor. Meddah bu güzel girişin akabinde güzel sesiyle kasidesine başlarken bir el bizi işaret ederek çağırıyor, gelin diyor. Kalkıyoruz. 

Aynı gece daha önemli bir mekana yürüyerek götürülüyoruz. Önemli bir Molla gelmiş. Tv canlı yayın yapıyor. Caminin görevlisi olarak bize tanıtılan kibar bir beyefendi ile sohbet ederek gidiyoruz. Kendisine Meşhed’e gitmek istediğimizi söyleyince seviniyor. İmam Rıza’nın mekanına girdiğin vakit bize de dua etmeyi unutma diyor. O makamda dualar makbüldür diyerek kendisinin küçüklüğünde Seretan(kanser) hastalığına yakalandığını ve İmam Rıza’nın kabrinin olduğu makamında dualar edildiğini ve iyileştiğini söylüyor. Şafi Allah, şifa veren Allah, Semi’ Allah, İşiten Allah, Mucîb Allah, yalvaran kullarının dualarına cevap veren Allah’tır diyorum. Rabbimden bir şey istediğimde, elimi dergahının rahmeti için kaldırdığımda bunun hep katıksız olmasını dilerim. Saflığı, duruluğu, berraklığı ölçüsünde makbül olacağını düşünürüm. Meşhed’e gidip o makama girdiğimde bu konuya devam edeceğim.

Geldiğimiz mekanda insanlar kapıdan dışarı taşmış, kadınlar ve erkekler o esnada meddahın kasidesinde tutturduğu ritimle beraber ellerini sinelerine, bazen başları üzerine götürüyorlar. Mekan tıka basa dolu ve ayakta bekleyen birçok insan gibi biz de ayakta bekliyoruz. Biz ekrana yansıtılan meddahın kaside okuduğu görüntüleri izlerken arkadaşlarımız rahat edebilmemiz için arayışa girmişler. Bir süre sonra o mekanda kalabalığı yara yara bizi içeri alıyorlar. Taa konuşmacı mollanın bulunduğu sahne platformunun üzerine kadar götürülüyoruz. Tam karşısında, yere oturuyorum. aramızda bir iki metre mesafe var. Gözlerimin içine bakarak konuşuyor. Yezid’i, İbni Ziyad’ı o günün şartlarını mantık çerçevesinde derinlemesine tahlil ediyor. Yezid yemin ederek “Hz Huseyn’i öldür” demediğini söylüyor, İbni Ziyad’a lanet okuyormuş. Doğru da diyormuş. Ama dilin demediğini pratik nasıl da beyan edermiş. Özet olarak dilin kıvrak karakterini anlatıyor.

   

Devir devran değişti lakin karakterler hiç değişmedi. Kabil öldü, Firavun öldü, adı Nemrut (ölümsüz) olan büyük kral öldü, Ebu Cehil öldü ve Yezid öldü. Ama lanetli işleri bitmedi. Yezidî bir pratiğe rağmen sana kardeşiz diyenler hiç bitmedi. Bitecek gibi de değil. Üzülmeyin; Habiller, Musalar, İbrahimler, Aliler ve Huseyinler… de var. Baki Cennetlere göçen ruhların güzelliğinden mahrum değiliz. Selam… Selam… 

O gece eve gittiğimizde daha yolda iken yarın nasıl Meşhed’e gideceğimizi müşavere ediyoruz. Emin Abi bilet bakması için oğlunu aramış. O da yarın için çok uygun fiyata uçak bileti bulmuş. Onay verdik ve yarın sabah namazının hemen ardından Meşhed’e gidecek olmanın heyecanını yaşamaya başlıyoruz. 

Yazımızın bu bölümünü de noktalıyoruz. Meşhed’e seyahatimiz ile inşallah devam edeceğiz. 

 


Fadlullah ÇELİK

2 thoughts on “Karalar Bağlamış Ülkeye Seyahatimiz (II)

  • 21 Kasım 2019 tarihinde, saat 11:42
    Permalink

    seyahat yazılarının bu denli derinlemesine işlendiği render yazılardan olmuş. Tarih bilgin ayrı duyguların güzel 4. Bölümü sabırsızlıkla bekliyorum.

    Yanıtla

Yorum yap