Tanrısal olanın kavranması ve bu kavrayış üzerinden şekillenen teslimiyet kadim bir sorundur. İnsanlığın sürekli olarak vahiy çizgisinin dışına çıkması ve vahyin tabiri ile her defasında küfre ve şirke düşmesi tesadüf olmasa gerek.
Şirk zulümdür!
Kısasta hayat vardır!
Allah’tan başka ilah yoktur!
Allah adaleti emreder!
Allah sizi karanlıktan aydınlığa çağırır!
Şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir!
Akrabalık bağlarını koruyun, ana babaya iyilikte bulunun!
Paylaşın, zekatı verin, namazı kılın!
Sizde öncekilere yazıldığı gibi oruç size de yazıldı!

Vahyin hitap tarzını vahiy ile terbiye olanlarda da görebiliyoruz. Tıpkı Hz. Lokman’ın çocuklarına verdiği:
“Sevgili oğlum! Allah’a ortak koşma; çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır.”
Lokmân, “Sevgili oğlum” (dedi), “Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklansa veya göklerde yahut yerin dibinde bulunsa yine de Allah onu açığa çıkarır. Kuşkusuz Allah her şeyi bütün gizlilikleriyle bilir, O her şeyden haberdardır.”
Allah gurura kapılıp kendini beğenen hiç kimseyi sevmez.”
“Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini yükseltme;
Öğütler, vahyin genel tarzını yansıtmaktadır.
(Lokman Suresi İlgili Ayetler)

İnsan zihninin genel mantığı, kendisine verilen öğüt-tavsiye ve emirlere karşı itirazlar dile getirir ve sorular sorar:
Şirkin haksızlık olduğunu nerden biliyorsun? Ben bunun haksızlık olduğunu dair bir süreci henüz yaşamadım, şahit olmadım.
Allah’ın her şeyi bilmesi ve haberdar olması; Ondan bir şeyin gizli olmamasının neresi önemli ki?
Gurur neden kötü olsun ve Allah bunları neden sevmesin ki?
Sesimi yükseltsem ne olacak ki?
Neden ölçülü olayım ki?
Birden fazla İlaha tapmanın neresi kötü?
Ya da hiçbir İlaha tapmasam olmaz mı?

İnsan zihni bu tarz tavsiye-emir-önerilere neden itiraz eder ve bunlara karşı gelir ki?
Bunun nedeni insan zihni, çocukluktan gelen alışkanlığı gereği tümevarımsal bir yol takip eder.
Yani tek tek olaylardan yola çıkar ve olaylardan yola çıkarak genel yargılara, kararlara, kanaatlere varır.
Sahip olduğumuz ilk kanaatlerimiz, yargılarımız, düşünce tarzımız yaşantısaldır. Yani yaşadıklarımızdan yola çıkarak bir karara, sonuca, kanaate varırız. Zihnimiz bir şeyin doğruluğunu değerlendirirken önce yaşantısal arşive bakar. Bize sunulan “yargı-hüküm-öneri” ile yaşam deneyimimiz çatışırsa ilk önce yaşam deneyimimiz sonucu elde ettiğimizi tercih eder ve onun doğruluğuna kanaat getiririz.

Biraz da ilkel ve çocukça sayılacak bu düşünme tarzına şöyle bir örnek verilebilir: “Maske takmanın işe yaradığını düşünmüyorum. Ben hiç maske takmıyor, o kadar da dolaşıyorum, hala hastalık kapmadım; bana da bir şey olmadı!”
Bu durum dolaylı olarak şu anlama gelir: Kültürel birikim ve toplumsal bilinç sonraki nesillere miras olarak kalmasa idi, her birimiz her şeyi sıfırdan keşfetmek zorunda kalırdık.

Yani, birbirimizi haksız yere öldürmenin kötü olduğunu, defalarca yaşanan ölümlerden sonra fark ederdik.
Çocuklara ve yaşlılara şefkatli davranmak gerektiğini; yardımlaşmanın, sosyal dayanışmanın birlikteliği güçlendirdiğini de ancak ömrümüzün sonunda kavrardık.
Bizden önceki nesillerin, binlerce yıllık birikimli deneyimlerini dikkate almamızın nedeni bizde oluşan doğal güven duygusudur.
Ne zaman bu deneyim ve birikimin artık işe yaramadığını düşünürsek onları değiştirmeye karar veririz. Ancak bu karar verme süreci bile uzun zaman meydana gelen yaşantılar sonucu ve yine tekrarlanan deneyimlemeler sonucu oluşur.

Peki Tanrısal olanın/İlahi Hitabın mantığı ve tarzı, tümevarım şeklinde midir yoksa tümdengelim şeklinde midir?
Yani Tanrısal olan, karar ve hüküm verirken, tek tek yaşantıları bekler mi; yoksa insana ve tarihe dair mutlak bilgiden dolayı hükümlerini genel yargılar/hükümler halinde önceden koyar mı?
Yani, Tanrı doğruyu-yanlışı, faydalı olanı-zararlı olanı, iyi-kötü olanı önceden bilir mi?
Tanrı, vahyedeceği zaman bu genel bilgiden yola çıkarak hükümler koyar mı, yoksa “siz insan olarak deneyimleyin ve hükmünüzü ona göre süreç içinde koyarsınız!” mı der?

Tanrısal olanı özelde Kur’an üzerinden değerlendirdiğimizde bunu rahatlıkla görebiliriz aslında.
“Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin, Allah’ın yanında başka İlaha tapmayın, nankörlük etmeyin, Allah yolunda cihad edin, muhtaca yardım edin, şeytan sizi saptırmak ister, kötülük cehenneme götürür” gibi tavsiye-tespit ve emirlerde biz, binlerce yıllık insanlık serüveninin ve deneyimin sonucunu görürüz.

İstisnalar hariç, Kur’an tek tek olay ve kişiler ile uğraşmaz. Genel hükmün içindeki ayrıntıyı, istisnayı kullara bırakır.
Namaz, insanı kötülükten-fahşadan uzak tutar der. Ancak birileri namaz kıldığı halde kötülüğü ve çirkinliği işlemeye devam edebilir.
Allah adaleti emreder ve koyduğu hüküm adildir. Ancak sendeki özel durumdan veya bakış açından dolayı sana yansımasını adil olarak görmeyebilirsin.
Bütün zamanları; geçmişi-şimdiyi-geleceği göz önüne alan hükümlerin ve hitapların yansımalarında ince ayarlamalar yapmak kullara kalmıştır artık. Genel prensipler üzerine bina edilecek olan özel ayrıntılar, sınırlamalar-genişletmeler, öncelikler sırasını düzenleme kararları insanlığa bırakılmıştır.

Tanrısal olana/vahye karşı iki uç tavır göze çarpar:
• Genel hüküm ve değerlendirmeler karşısında istisnaları, yaşamın dengelerini, hükmün uygulanma şartlarını vb. hususları göz ardı etmek ve mutlak anlamda olduğu gibi uygulamaya çalışmak
• Kendi yaşam istisnalarını ve bireysel deneyimlerini; yaşadığı çağın şartlarını ve doğasını mutlaklaştırmak. Bu anlamda kendi yaşamını, çağını zaman üstü olarak görmek
Birinci tavır insana zulme, ikinci tavır Tanrısal olana haksızlığa götürür.

TANRISAL OLANI KAVRAMANIN, ANLAMANIN (ÖN) ŞARTLARI VAR MIDIR?

İlahi hitabı kavramak, Tanrısal olanı anlamak için öncelikle soyut düşünebilme yeteneğinin gelişmiş olması gerekmektedir. Görünenin, yaşantısının, bilgisinin, yaşadığı zamanın üstüne çıkabilmesi ve kalıplara bağımlı olmaması için bu şarttır.

Diğerkâmlık, empatik düşünebilme, kendi ihtiyaç-arzu-duyguları haricinde diğerlerinin de benzeri özelliklerinin var olduğunu hissetmesi; kendisi ile onlar arasında bir denge kurabilme yeteneği geliştirmesi gerekir.
Dünyaya ve yaşama dair bir bakış açısı geliştirmelidir. Bu bakış açısı yatay ve dikey genişliğe sahip olmalıdır. Yani şimdiki zaman ile ilgili farkındalığın yanına geçmişi, ayaklarının değdiği toprakların yanına diğer coğrafyaları koyabilmelidir. Bu özellik kişide feraseti ve öngörü yeteneğini güçlendirir.
İnsan tabiatı ve psikolojisi hakkında fikir ve bilgi sahibi olmalıdır.
Kişinin Tanrısal olanı anlayabilmesi, İlahi Hitabı kavrayabilmesi için en azından tümevarımsal deneyimler ile tümdengelim yöntemi ile konan hüküm-yargı-öneriler arasında denge kurabilmelidir.
Ancak o zaman Tanrıya/Allah’a güvenebilme edebini gösterebilir. Kabul edip uygulamasa bile reddettiği şeyi anlayabilir.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap