Paylaş

Bu sefer biraz daha felsefi yaklaşımlara odaklanan bir düşünce çalışmasını ele almak istiyorum.

Bundan yıllar önce anlamsızlık kargaşası yaşayan düşünür ve filozoflar, “İnsan ne için yaşar?” ve “İnsanın sosyal ve kültürel çevresi ile etkileşimini hangi durumlar etkiler?” gibi sorular sormaya başladı. İşte bu filozoflardan biri de Alman filozof Edmund Husserl.  Husserl bizim dışımızdaki dünya ile zihnimizin anlamlandırdığı dünya arasındaki ilişkiye baktı ve kişiden kişiye göre değişebilecek fenomenler olduğunu iddia etti. Yani insanın yaşadığı dünya, çevre ve ortam ile insanların anlam verme biçimi kişiye göre büyük oranda değişiyor. Yani aynı ortamda bulunan iki insanın o ortamı ve çevreyi anlamlandırma şekilleri farklı ve eşsiz. Muhtemeledir ki  kendini duygusal algılama yeteneklerini geliştirmeye adamış bir şair ile daha çok analitik yeteneklerini geliştirmiş bir insanı aynı çevreye bıraktığımızda çok farklı anlamlandırma çeşitleri ortaya çıkacaktır. İşte Husserl bunlara fenomen diyor. Bu fenomenleri insanın çocukluğundan beri büyüdüğü sosyal ortamının ve kültürel çevrenin etkilediği açık. Husserl buna kültürün niyetliliği diyor. Yani her kültürde bir anlamlandırma durumu mevcut. Bireyin bu kültürel niyetliliği ile çatışmaya girmesi durumunda birey ve kültürün barındırdığı bireyler arasında bir direnç meydana geliyor. Zamanda geriye gittiğimizde bu toplumsal olarak dışlanmalar ya da daha da eskiye gidersek kabileler tarafından benimsenmeme durumunda kabileden atılma durumlarını açıklıyor. Yani bireyin niyetliliği ile kültürel niyetlilik arasında sürtüşme olabildiği gibi bağdaşık bir atmosfer de meydana gelebilir.  Husserl’a göre her birey bir niyet geliştirir ve o niyete uygun bir şekilde anlamlandırma geliştirir. Onun bulunduğu duygu durumlarını ve çevreyi nasıl anlamlandıracağını bu niyet belirliyor.

Bugün yaşamın olanca hızıyla günlük kargaşalar içinde akıp gidiyoruz. Bu süreklilik içinde yolunda gitmeyen bir şeyler olmadığı sürece zamanın acımasızlığı içinde farkındalığımızı kaybediyoruz. Neden zaman hep başımıza beklemediğimiz sıkıntılar ve problemler geldiğinde yavaşlar? Ben buna bir işaret anlamı yüklüyorum. Belki de yukarıda bahsettiğim niyetlilik durumunu bu çerçevede kurdum. Günler akıp geçerken yaşadığım varoluş problemleri bana yaşadığımı hissettirdi bu zamana kadar. Eğer sancılı bir dönemden geçiyorsam hayatımda mutlaka yoluna koymam gereken bir şeylerin olduğunu hissediyorum. Bu maddiyattan ziyade manevi bir problem oluyor. Bu sancıları yaşarken: “Neden benim başıma bunlar geldi? Bunları yaşamak zorunda mıydım?” gibi sorular sancılarımı daha derinlerde hissetmeme neden oluyordu. Fakat bunları bir işaret olarak anlamlandırdıktan sonra hepsi benim için bir şükür sebebi haline geldi. Beni insanlaştıran ve yaşarken zamanda akmamı engelleyen, bir günümü bir ay gibi yaşamama sebep olan bu sancılar hayatıma her seferinde bir anlam kattı. Hayatı böyle yaşamak benim için daha anlaşılabilir ve anlamlı geliyor. Sabrımın sonunun bana selamet getireceği, yaşadığım her olumsuz hadisenin benim için ileride birer lütuf olacağı düşüncesi beni daha huzurlu kılıyor. Düşüncelerime düşman muamelesi yapmak istemiyorum. Çünkü bir hayatın, düşünceleri düşman ilan ederek, hepsini ortadan kaldırmaya harcayacak kadar yeteceğini düşünmüyorum.

Biricik olmadığımın, dokunulmaz olmadığımın farkında olmak; yarınımın bugünden iyi olacağının garantisi olmadığı bir dünyada yaşadığımı hissettirdi bana. Sevmek ve sevilmek istediğimi ve yaşamımı bir anlamlar bütünü peşinde harcamam gerektiğini, eğer böyle yapmazsam gerçekten yaşamış olmayacağımı anladım. Bu benim niyetim ve fenomenim oluyor herhalde Husserl’a göre.

Bu benim düşüncem tabi. Belki başka biri için bunların hepsi yok edilmesi ortadan kaldırılması gereken birer musibet.
Ne olursa olsun bu hayatı sancıları, kaybedişleri, belirsizliği ve anlamlı oluşu ile seviyorum.

Kendim için yazıyorum.

Yorum yap