1446 Ramazan’ı. Ben yine aynı yerdeyim. İçim kıpır kıpır. Heyecanım var olmasına var da, içeride bir yerde habire beni dürtükleyen bir soru var: Nerede o eski Ramazanlar?

İlk oruca başladığımda keskin bir ayaz vardı kapıda. Sobanın yanında sahur yaptığımızı hatırlıyorum. 6 yaşımdaydım, küçüktüm. Günler de küçüktü. Kış vakti çabucak geçiyordu. Bu yüzden oruç tutmak zor gelmemişti. Sahur yapmayı da, iftar etmeyi de çok sevmiştim. O seneden sonra hiç bırakmadım orucumu.

Seneler geçtikçe oruca dair idrakim artıyor, Ramazan ayına olan muhabbetim büyüyordu. Kurban olduğum memleketimde Ramazan’a özel gelenekler var. Belki de bu geleneklerdi beni heyecanlandıran, kim bilir? Ramazan ayı yaklaşınca mahalledeki kadınlar sırasıyla birbirine mantı bükerdi. Sonra o bükülen mantı 30 Ramazan akşamında da Çorum usulüyle pişirilip ikram edilirdi. Hâlâ yapan vardır elbet ama mahalle kültürü, daha doğrusu mahallelerimiz kaldı mı? Bilmiyorum. Üst katımızda oturanın selamı ne zaman değdi yüreğimize? Eski mi tatlı, yeniye alışmak mı zor, bilmiyorum.

Geleneklerimize devam edecek olursam her sahurda bilakaydüşart mayalı olurdu. Mayalı bildiğiniz bazlama. Ama market bazlamalarından daha ince olur. Her teravih sonrası yoğrulan hamur sahur vaktine kadar mayalanmaya bırakılırdı. “Hamurum gelmemiş” derlerdi. Hamur nasıl gelirdi? Çocuktum, bilmezdim. Meğer güzel mayalanmamasıymış. Eğer hamur gelmişse pıt pıt elde açılan mayalılar mis gibi tereyağı ile yağlanırdı. Ekseriyetle de kan kırmızı vişne hoşafı eşlikçisi olurdu. Çelik bir tasla sofraya konan hoşaf aile bireylerince ortadan kaşıklanırdı. Şimdikilerin pek alışık olmayacağı bu durum, bize hiç garip gelmezdi.

Sahur vakti davulcuların sesleriyle yankılanırdı mahalle. Annem “bak bakayım ışığı yanmayan var mı?” diye sorardı. Eğer ışığı yanmayıp da uykusu galip gelenler varsa, “uyuyakalmışlar, kapılarını çal da gel” derdi. Onlar da aynı şekilde bizi kollardı. Böylelikle uykuya kurban gitme durumumuz genellikle çok az olurdu.

Akşam olunca pide kuyruğuna gönderilirdik büyüklerimiz tarafından. Küçük bir saklama kabında yumurtalar ve susamla fırının yolunu tutardık. Pidenin bol susamlısı efdaldi. Ve bu sırada saatlerce beklesem de ağır gelmezdi. Mis gibi kavrulmuş susam kokularıyla evin yolunu tutar, ezan okunmasını beklerdik. İftardan sonra teravihe giderdik. Ardından günü kapatır, bir başka güzel günün kapısını aralardık.

Şimdi ne mi oluyor? Yine mantı yapıyorum olmuyor. Pide alıyoruz kavruk susamlı, mis kokulu olmuyor. Teravih kılıyoruz ama teyzelerim tanıdık değil, annemi soran olmuyor. O güzel hisler orada kaldı. Güzel hisleri yine tadıyorum. Sıcacık pidenin evime girdiğine şükrediyorum. Lezzetli buluyorum. Teravihte ümmet olmanın güzelliğini her defasında idrak ediyorum, şükrediyorum. Ama aynı hisler değil. Belki de olması gereken böyle. Hani katıla katıla güldüğünüz bir anı başka birisine aktarırken aynı etkiyi alamaz, bomboş bir an olur ya. Öyle işte. Her şey anda gizli, anında kıymetli. Geçip giden kıymetini tadamadığımız her anımız gibi. Oysaki tecrübelerimizin hepsi yeni bir an, yeni bir keşif, yeni ama farklı bir güzellik. Bu güzellikleri eklemleyerek hayat sayfalarını tamamlayacağız. Geriye dönüp hayıflanmak bir şey getirmiyor. Gelmiyor geçip giden günler. Ama yaşayacağımız, yaşatacağımız güzel günler var. Hayat bir hikaye, sayfalarsa henüz bomboş. Biraz da bu boş sayfalara odaklanmalı sanırım. Dolduğunda özleyeceğimiz o sayfaların kadrü kıymetini bilmeye.

Tefsir talebesi | Arada yazar, canı sıkılınca çay içer.

Yorum yap