Tarihin bize bıraktığı bir yığın içinden çıkılmaz tartışmaları ve ihtilafları bir yana bırakarak derim ki Din, en saf haliyle Allah’a dair duygu ve kanaatimizdir. Allah’ın varlığına ve sıfatlarına dair bilgi ve tasdiklerimiz imanımız haline gelir. Bu açıdan din, dış dünya ile irtibata girme ihtiyacı hissetmeden, varlığı ile tatmin olduğumuz yanımızdır. İmanın en saf halidir. Bunun en güzel tarifini İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin iman tarifinde görürüz.
Din ameldir. Yerine getirilmesi için herhangi bir yasa ve kanuna; dünya ehlinin kontrolüne ihtiyaç duyulmayan amellerdir. Bu ameller bazen sadece vicdanın etkisi ile ortaya çıkar. Ve fakat bazen bu da yetmez; devreye cehennem korkusu ve cennet arzusu girer. Aklımıza helal-haram, cennet ve cehennem gelmeden ortaya koyduğumuz veya cehennemden kaçmak ve cennete ulaşmak arzusu için yaptığımız amellerimiz de dindir.
Bazen iman, vicdan, haram-helal hükmü, cennet arzusu ve cehennem korkusu yetmez. Bu nedenle din o zaman şeriattır. Bunun içine fıkıh, yasa, kanun girer ve bir anlamda otoriteyi/devleti (Uygulayıcı-kontrol mercii vb.) zorunlu hale getirir. Burada artık sosyal alana geçmiş bulunuyoruz. Dolayısı ile din hem bireysel hallerimizde ve hem de sosyal halimizde vardır.
Dine dair oluşturduğum bu spektrumun içine “Bana Seni gerek Seni” sözü de girer, savaşta ele geçirilen ganimetler de girer, hırsızlıktan dolayı elin kesilmesi de…
Bence bu geniş spektrum ve yelpaze sayesindedir ki din, 610 yılının Mekke’sinde de 2025 yılının Norveç’inde de yaşanabiliyor.
Bu aşamada var olduğunu düşündüğüm sorunu önce ikiye ayırıyorum:
Birincisi Dini yaşadığını iddia eden ile iddiasının hakikati arasındaki tutarlılık. Buradaki sorun kul ile Rabbi arasında çözülecektir. Varsa, sorun onlara aittir.
İkincisi ise Dini kabul etmeyenler ile Din arasındaki sorundur. Rabbimiz yeryüzünde yaşayan her kulunu dine davet ettiğine ve hatta bununla mükellef kıldığına göre İnsanlık Din ile nasıl muhatap olmaktadır/olacaktır?
Kanaatim o ki, Müslüman kesim dikkatini bu soruya vermekten daha çok “Din Nedir?” sorusuna vermiştir. Dolayısı ile enerjisini dinin aslını/özünü bulmaya ve bulmuşsa o aslı/özü korumaya harcamıştır.
Ve yine kanaatim o ki bu çaba sorunun birinci aşamasına ait kaygıdan kaynaklanmaktadır. Yani, dinin hakikatine ulaşabilirsek yaşantımızı o hakikate uygun hale getirebiliriz.
İslam’ın dünya üzerindeki payı en abartılı hali ile %25’tir. En iyimser halim ile diyebilirim ki, bahsi geçen bu hakikati bulma ve hakikati koruma kaygısı %25’lik kesimin ancak %25’inde vardır. Bununla ilgili genel kanaat haricinde elimde bir veri de yoktur.
Fakat bana göre bu çağda asıl sorun şudur: Dünya üzerinde geri kalan %75’lik kesim İslam ile nasıl temas kuracaklardır? Daha doğrusu onların İslam ile nasıl muhatap olduklarını düşünüyoruz ki bu dini kabul etmek ile mükellef olacaklarını ve bunun ile hesaba çekileceklerini düşünüyoruz?
Din Nedir? Sorusuna cevap ararken asıl ilgilendiğim sorular ve aslında sorunlar:
- Bir din ile inananı olmaması hasebi ile teması olmayan birinin o din ile ilgili fikri nasıl oluşur?
- Özelde İslam hakkında fikri olmayan insanların İslam ile ilgili fikirleri nasıl oluşur?
Dinlerin kitap ve yazılı materyal vasıtasıyla yayılması hakkında yapılmış bir araştırma bilmiyorum ve kendim de bir araştırma yapmadım. Konu hakkında düşüncelerim tamamen kişisel kanaatlerimdir.
- Yani yaşadığım bu çağda, Müslüman olmayan kesimin İslam hakkındaki algılarını, bilgilerini, kanaatlerini ve nihayetinde tavırlarını belirleyecek olan şey nedir?
- Allah’ın “İslam olun ve kurtulun” teklifi ile muhatap olan/olacak olan bu %75’lik kesim kararlarını ellerindeki hangi verilere göre vereceklerdir?
- Dolayısı ile kıyamet günü İslam olmamış kesim hesaba çekilince ve “davetim size ulaştığında İnsanlık için seçtiğim İslam’ı neden tercih etmediniz?” sorusu ile muhatap olduklarında muhatapların aklında İslam denince ortaya çıkan algının/bilginin/kanaatin doneleri nasıl oluştu ki bunlar iman etmediler veya en azından teslim olmadılar?
İslam’ı tercih etmeleri için nedenleri;
Başta Kur’an Mushaf’ı olmak üzere yazılı eserler olabilir. Bilinçli seçimin ve algı şekillendirmesinin en önemli aracı olsa da payı en düşük kaynaktır yazılı eserler. Belki zaten bir arayış içinde olan kişilerin yolunun vardığı bir duraktır.
Ya da özellikle kitle iletişim araçlarının da etkisi ile bazı şahsiyetlerin ve rol modellerin İslam’a dair bir algının şekillenmesinde olumlu katkısı olabilir. Bu da bence sınırlı bir etkiye sahiptir. Burada algıda seçicilik daha çok devreye girer.
Kitlesel anlamda ve aslında ülkeler arası arenada İslam’a dair algıyı şekillendiren iki ana unsur vardır.
Bu unsurlardan biri manipülatif ve yanlı olduğu kitleler tarafından da bilinen ve fakat yine yoğun etkisi olan sinema ve medya sektörüdür. Dünya genelinde medya ve sinema sektörü İslam dışı kesimin kontrolündedir ve Müslümanların “Kültürel İktidar” olarak adlandırılan bu sektörde payı çok düşüktür. Sektörü biraz takip eden kişi hemen anlayacaktır ki, sinema ve medya sektöründe ekrana çıkarılan İslam kabule ve inanmaya hiç de uygun değildir. Bu alanın medarı iftiharı olarak kabul ettiğimiz şey de genelde savaş ortamlarında (özellikle Filistin/Gazze vb.) Müslüman mazlum halkın erdemli bir duruş sergilemeleri, her koşulda şükretmeleri ve onurluca ölmeleri olmaktadır. Kamera arkasında o halkın çektiği işkenceye, sıkıntılara yerinde şahit olamadığımız için bu görüntüler üzerine vicdana gelip ağlayan ve hatta belki de imana gelen insanların varlığı ile avunmaktayız. Aslında gururlanmaktayız. “Kafir zulmünü işler, fakat Allah karanlıkları aydınlığa çevirir” benzeri cümleler sosyal medyamızı süsler.
Maksadım acı çekeni de onun acısını paylaşanı da paylamak değildir tabi ki. Fakat Sinema ve medya sektöründe halka sunulan İslam/Din kabule şayan olmamaktadır. Medyanın da etkisi ile bireysel ve sosyal sorunlara reçete olarak görülmeyecek olan bir din de kabul görmeyecektir.
İslam’a dair algıyı şekillendiren ikinci unsur da genelde İslam coğrafyası ve özelde Müslüman Ülkelerdir. Yabancı birisinin gözü ile bir ülkeye bakıldığı zaman o ülkenin genel havasına, imajına ve bunların yansımasına dikkat edilir.
Önce İslam coğrafyası diye bilinen yerleri geniş ölçekte ele alalım ve zihinlerde nasıl bir algının şekilleneceği hakkında düşünelim:
- Kuzey Afrika
- Arabistan Yarımadası
- Asya’nın batı kısımları
Ardından Ülkeler ölçeğine geçelim:
- Afganistan
- Pakistan
- Türki Cumhuriyetler
- İran
- Irak (Kaldıysa)
- Suriye (Kaldıysa)
- Türkiye
- Arabistan
- Arap Emirlikleri vs.
- Lübnan
- Libya
- Sudan
- Cezayir
- Mısır
- Yemen
… vd.
İslam dışı topluluklarda gözünüzü açmış olun ve dünyaya dair, yaşama dair bir perspektifiniz olsun. Ardından daha iyi, daha insanca, daha adil, daha özgür, daha onurlu, daha güvenli, daha refah, daha öngörülebilir bir dünya adına gözünüzü gezdirdiğinizi düşünün. Kaç tane İslam ülkesinin cazibesine kapılacaksınız ve bunun üzerinden İslam’a sempati duyacaksınız? Buna bağlı olarak bu sempatiniz hayranlığa dönüşecek de hayatınıza anlam katmak için Müslüman olmayı seçeceksiniz.
Artık Allah’ın vahyini yeni baştan insanlığa tebliğ edecek, onlara dinin hakikatinden bahsedecek bir Peygamber gelmeyecektir. Ve bence asıl çıkmaz da buradadır.
Rahmetli Mevdudi’nin tabiri ile din yaşam tarzı demektir. İnsanlar “İslam Nedir?” diye bir soru sordukları zaman cevap olarak önce Müslüman Ülkelerin/Coğrafyanın yaşam tarzlarını, imajlarını göreceklerdir.
Dünyanın %75’i bu %25’lik coğrafyanın ve ülkelerin hangi albenisine kapılıp da alışkın oldukları ve belki de memnun oldukları yaşam tarzlarından vazgeçecekler?
Diyelim ki merak etti ve araştırma içine girdi. Hangi ülkenin ve hangi bölgenin İslam’ını tercih edecek?
Afganistan ve Taliban mı?
İran Şiiliği mi yoksa Türkiye Sünniliği mi?
Yoksa Arabistan Vehhabiliği,
Ya da son yıllarda popüler olan ve kendi içinde de kollara ayrılan Irak-Suriye Selefiliği mi?
Belki de bireysel takılır ve her biri İslam’ın son kalesi edası ile yayın yapan Youtube Cemaat ve Hocalarına/Şeyhlerine yapışırlar.
İçinde olan için Din makro ve mikro anlamda kulluktur. Fakat dışarıda olan için Din Tevhid ve Peygamberin şahsında İmajdır.
Kendi dönemi içinde topluluklar İslam toplumundaki tevhide ve Peygamberinin örnek yaşam şekline hayran kalırlardı. Ve vazgeçecekleri şeylerden vazgeçerlerdi.
Dolayısı ile aslında ben de merak ediyorum: Kıyamet günü Allah, İslamın hangi görüntüsünü (Şahıs/Cemaat/Ülke/Bölge) reddettiler ve kabule şayan görmediler diye insanları sorguya çekecektir?
Bu noktada vardığım sonuç: Müslümanlar olarak yaşanabilir bir medeniyet inşa edersek İslamı daha iyi temsil etmiş ve dolayısı ile İslamı bu şekilde tebliğ etmiş olacağız demek istemiyorum. Bir başkasının iman etmesinin imkanı nasıl olur da bizim temsiliyetimize ve dünyaya genel anlamda çizdiğimiz imaja bağlı olabilir demek istiyorum. Bir başkasının cennete ulaşmasının yolunun taşları İslam coğrafyasından geçmekte ve bu yolda yürümenin imkanını mümkün görmüyorum.