Paylaş

Modern, çağdaş, geleneksel, ilkel, vahşi, medeni gibi her türlü tanımlamalar hem kendini tarif edip dairenin içine atmak ve hem de kendinden olmayanı dairenin dışında tutmak içindir.

İnsan nedir, Tanrı nedir, canlı nedir, cansız nedir, varlık nedir, ruh nedir gibi soruların sorulmuş olmasının nedeni “düşünmenin doğası” ile ilgilidir. Düşünme aynı zamanda sınır çizmektir. Sınır çizme ihtiyacı ise algılamanın doğası ile ilgilidir. Algılayabilmek için sınırlara ihtiyaç duyarız. Birden bire uzay boşluğunun içinde gözünüzü açtığınızda ilk ihtiyaç duyacağınız şey ışıktır. Bütün uzay boşluğunun ışık ile dolduğunu varsayalım; yine hiçbir şey algılayamazsınız. Bu durumda da mekâna ve mekânsal sınırlara ihtiyaç duyarsınız. Yani hem ışığa ve hem de gök cisimlerine ihtiyaç duyarsınız. Ancak o zaman gözünüzün gördükleri algınızın sınırları içine girebilir.

Duyunun konusu olacak her şeyde sınıra ihtiyaç duyarız bu anlamda. Aynı durum düşünce için de geçerlidir.

Tarihsel süreç içinde insanlar vahşi-medeni, geleneksel-modern gibi sınırlamalara gitmişlerdir. Kendilerini modern/çağdaş olarak addedenler bile geleneksel düşünce kalıpları ile hareket etmek zorunda kalmışlardır. İlerlemeci tarih anlayışında kendisini istediği kadar “ileri/ilerici” olarak algılasın ve konumlasın yine de geleneksel olarak davranacaktır.

Bunun da iki nedeni vardır:

– İnsan olduğu için, insan olmanın biyolojik sınırlarına tabidir.

– İnsanlara hitap ettiği için, muhatap olduğu kitlenin durumu ve konuyu algılayabilmesi için her şeyi somutlaştırmak veya sınırlarını belli etmek zorunda kalacaktır.

Günümüz Türkiye’sinde cemaat ve tarikat gibi yapıların varlığını sürdürmelerinin ve etkilerinin devam etmesinin nedenini kavrayamayanların gözden kaçırdığı husus da budur diye düşünüyorum.

İnsan, içinde bulunduğu durum ile tutarlı şeylere ihtiyaç duymaya ve ona tutunmaya devam eder. Türkiye ve Türkiye gibi toplumlarda önce devlet değişir; konumuz özelinde modernleşir ve sonra bir proje olarak modern bir toplum yaratmaya çalışır. Dolayısı ile yaşadığımız ülkeyi modern devletler sınıfına dâhil etsek bile aynı şeyi toplum için söyleyemeyiz. Bizler hala geleneksel yaşam tarzına, örgütlenme ve düşünme şekillerine sahip bir toplumuz. Bu nedenle geleneksel örgütlenme şekilleri olan cemaatler ve tarikatlar toplumda hala karşılık bulabilmektedir.

Bu yazıda ülkemiz özelinde cemaat ve tarikatların iç özelliklerine ve devlet/toplum ile ilişki şekillerine değinmek istiyorum. Amacım kapsamlı bir değerlendirme değildir tabi ki. Asıl maksadım rağbet görmelerinin ve görünürde bir etkililiğe sahip olmalarının nedenlerini analiz etmektir.

Dinlerin ve özelde İslam dininin kendi inananlarını bir arada tutma mantığını anlamadan; daha doğrusu bunun doğal mekaniğini kavramadan cemaatlerin/ tarikatların iç uygulamalarına anlam vermek mümkün olmaz. Durumu tasvip etmeyen bazı kesimler, sorunu/durumu bid’at ve hurafe diyerek çözmeye, sorundan sıyrılmaya çalışsa da bu tavır çok yüzeysel kalmıştır.

Vahye dayanan dinlerin özü/ misyonu/ davası/ söylemi vs. adını ne koyarsanız koyun “tevhit”tir. Tevhit sadece Allahlın birliğini ikrar değildir. Hasan ELİK hocanın da tarifi ile toplumun birliği/ birlikteliğidir aynı zamanda.

Peki, birlikteliği ne ile sağlayabilirsiniz ve din bu alanda hangi çözüm yollarını kullanmıştır?

Dikkat edilecek olursa Allah’a iman etmek gibi elle tutulmayan, gözle görülmeyen bir bağın varlığı inananlar için yeterli görülmemiştir.

Vahye dayanan bütün dinlerin, bu sorunu çözmek için kullandıkları ilk çözüm yolu Peygamberlerin varlığıdır. Her ne kadar Peygamberlere beyan görevi verilmiş olduğu vurgulansa da; o inanca sahip olan kişilerin Peygamberlerin somut varlığı etrafında bir arada toplanabilecek olmaları inkâr edilmeyecek bir gerçekliktir. Dolayısı ile Peygamber, muvahhit bir toplum inşa edebilmenin ilk adımıdır.

İkinci çözüm yolu ise mabetler ve ibadetlere ait ritüellerdir: Ka’be (Beytullah-Allahın evi), Kudüs, namaz, hac, oruç, kurban…

Bunların hepsi hem Rabb ile abd’ın irtibatını daimi kılmak, hem de kullar arasındaki ilişkiyi kuvvetlendirmek, rabıtayı sağlamak ve birlik duygusunu güçlendirmek içindir.

Cemaatler ve tarikatlar incelendiğinde birlikteliği ve kendinden olmayanla ayrımlaşmayı sağlamak için onlarca yöntem kullandıkları görülecektir.

İlk ve en önemli unsur manevi şahsiyet ve lider olmuştur. Liderin var olması yetmemiştir, kutsal bir soy anlayışı da dâhil edilmiştir. Özellikle tasavvufi tarikat ve cemaatlerde mümkün olduğunca liderlik aile içinde tutulmaya çalışılmıştır. Genel anlamda, dinde Peygamber’in gördüğü işlevi özelde cemaat içinde lider sağlamıştır.

Birliktelik ve rabıta her zaman soy birliği ile sağlanamayacağı için “ilmi rabıta ve silsile” de kullanılmıştır. Bu silsilenin Hz. Peygamber’e kadar uzanması gereklidir.

Silsilede iki ana zincir vardır. Bunlardan biri Hz. Ebubekir’e ulaşır, diğeri ise Hz. Ali’ye.

Hz. Ali’ye ulaşmada ise iki damar vardır. Birinci damar seyyidliktir ki soy olarak Hz. Hüseyin üzerinden Hz. Ali’ye ve oradan Hz. Fatıma üzerinden Hz. Peygambere ulaşır. İkinci Damar ise ilmi damardır ve oradan da Hz. Ebubekir yerine Hz. Ali’ye ulaşılır. Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’e ulaşan silsilenin ana gayesi Hz. Peygambere ulaşmaktır.

Cemaat ve tarikatın başında bulunan bu manevi önderler etrafında birlik olma ve Hz. Peygamber’e kadar ulaşan bir zincire sarılmanın (Hablullah) verdiği emniyet duygusunu ve tevhit hissini bu şekilde başka nasıl verebilirsiniz ki! Bu duyguyu yaşayan birisi için bu zinciri bırakması demek ateş çukuruna düşmesi demektir.

Kullanılan başka bir araç da cemaat ve tarikat liderine ait bir “Taht ve Makam”dır. Heybetli, süslemeli olan bu tahtlar hem yüceliği ve hem de maddi unsurlara ehemmiyet vermemeyi temsil etmektedir.

Zikirler, ek ibadetler, daimi dualar ve virdler, zikir ve virdler esnasındaki oturuş biçimleri hem inançta (duygusal) derinleşmeyi sağlar ve hem de aidiyeti güçlendirir. Şeyhinin, hocasının oturma biçimi ile oturması ve onun dilindeki zikri tekrar etmesi bir anlamda ruhunun şeyhinin/hocasının ruhu ile birleşmesi demektir. Bu anlamda özellikle Nakşibendilikte kullanılan rabıta, sadece bir aracılık sistemi değildir. Aynı zamanda ruhların birliğidir.

Sakal, bıyık, sarık, cübbe, takke, giyilen elbiseler, kadınlara ait belli bir renkteki çarşaf, hırkalar gibi şeyler de hem görünür olandan istifade ve hem de görünüşe yatırımdır. Görünüşe yapılan bütün yatırımlar yalnız ve zayıf olmadığımız hissini de verir bize. Ben ve bizi birleştirir.

Kilise için ekmek ve şarap nasıl ki Hz. İsa’nın  ruhu ile birleşmektir; tarikatta içtiğiniz o bir kaşık çorba da aynı şekilde sizin için bereket ve şifadır. İçtiğiniz o çorba, Efendi Hazretlerinin eline bağlamış olduğu ve sizin de tutunduğunuz o ip, huzurda vermiş olduğunuz Tevbeniz ilgili ayetin (Nisa 64) gerçekleşmiş halidir. Tüm bunlar ruhunuzun kurtuluşa ermesinin vesileleridir.

En hayati ve önemli olanı ise kendi cemaat ve tarikatına ait özel sınırlar çizmektir. Okunması gereken kitaplardan, yerine getirilmesi gereken özel ek ibadetlere varıncaya kadar hepsinin amacı dairenin içinde kalmak, kendinden olana benzemek, kendinden olmayandan farklılaşmaktır. O zaman gerçek anlamda bir birliktelik duygusu ve kendinin ne olduğu ile ilgili emin olma hissi ortaya çıkar.

Bu yöntem ve tedbirlerin hepsinin ortak özelliği gözle görülür ve elle tutulur olmalarıdır. Salt bir duygu ve inanç aşamasında kalınmaz. Kavramlar ve değerler mutlaka somutlaştırılır. Bu da insanın tabiatı ile ilgili farkındalıktan kaynaklanır. İnsanoğlunun dönüp dolaşıp putçuluğa saplanmasının nedeni de bu ihtiyacıdır zaten: İnancını somutlaştırma çabası, sevgi ve bağlanma duygusunu bir nesneye yönlendirme ihtiyacı. Cemaat ve tarikatlar da bunu bilerek veya bilmeyerek dibine kadar kullanmışlardır.

Türkiye gibi coğrafyalarda dini düşünsel faaliyetlerin, serbest düşünmeyi ve düşüncede derinleşmeyi ön plana çıkarmaya çalışan yapıların daha az rağbet görmesinin nedeni de budur diye düşünüyorum.

Bunun (bu uygulamaların) doğruluğunu ve dine uygunluğunu sorgulayanlara diyeceğim ise şudur: Bu yazılanlar, hakikat ile ilgili değildir. Psikoloji ve sosyoloji ile ilgilidir. Birlik olma, insanları bir arada tutma ve hareket ettirmenin doğası ile ilgilidir.

Bizim Coğrafyamızda Cemaat/Tarikat ve Hükümetlerin İrtibatına Dair

Türkiye, en büyük ve daimi yatırımını insana yapmıştır eskiden beri. Hammadde ve ürün hep insan olmuştur. Bütün ideolojilerin, inançların, cemaatlerin, hükümetlerin gündemi her zaman için Ülke insanı oldu. Bu güzel bir şey gibi gözükse de aslında kitleye şekil vermek ve kitleye dayanarak varlığını sürdürmek ana vizyon ve misyonumuz olmuştur.

Yoldaş, vatandaş, gönüldaş, ülküdaş, gönül fetihçileri, öncü nesil gibi tanımlamalar ve sınırlamaların maksadı hep bu insana yatırım olmuştur. Planlamalar, organizasyonlar, amaçlar daima insana dairdir.

Aynı hassasiyet tahmin edileceği üzere cemaat ve tarikatlarda da vardır. Kitleye ulaşmak, genişlemek, insan kazanmak bereket ve İ’layı Kelimetullah davasının yürütülmesi olarak görülür. Genişlemek ve büyümek manevi anlamda berekettir ve sosyal anlamda ise etkililiğin artmasıdır. Gündemi takip ettiğimizde cemaat ve tarikatların etkililiği ile büyüklükleri arasında doğru orantının var olduğu görülür.

Ancak, Türkiye’de dini yapılı cemaat ve tarikatların kendi özlerinden kaynaklı bir etkililikleri yoktur diye düşünüyorum. Yani hangi inanç ve anlayıştan, ideolojiden olursa olsun geniş yapılı örgütlerin hükümetlere ait politikaları etkileyebilmelerinin, bakanlıklarda ve üst düzey yönetimlerde kadrolar alabilmelerinin nedeni özlerine ait bir güçten kaynaklanmıyor.

Belediyecilikten particiliğe, bürokrasiden atama sistemine kadar her kesim için cemaat ve tarikatlar oy potansiyelleri kadar önem taşır.

Zannedildiği gibi cemaatlerin ve tarikatların varlığına/devamlılığına izin verilmesinin ve kendilerine alan açılmasının asıl amacı halkın dini yaşamına şekil vermek değildir. Belki bu, ikinci ve sonraki amaçlar arasında sayılabilir. Eskiden beri Türkiye’nin vizyonu kitleyi yönetmek ve kitleye dayanmak olmuştur. Günümüzde de aynı şey geçerlidir.

Her çağda, üretimi için inovasyona, fabrikaya ve yüksek maliyetli yatırımlara ihtiyaç duymayacağınız yegâne şeydir “insan”. Niceliksel olarak insan, üretime dayalı ekonomi modelinin en ekonomik halidir.

Bu çerçevede Ülkemizde sendikalar, dernekler, vakıflar, birlik ve odalar, cemaatler, tarikatlar hep kitleyi bir arada tutma ve kitleye dayanma işlevini yürütmektedirler.

Ülkemizde cemaat ve tarikatların siyasetle ve hükümetlerle bu kadar iç içe olmasının sebebi de budur. Gerçek yaşamla bu kadar iç içe olup ve fakat gerçek yaşama etkide bulunamamalarının da sebebi bu denklemdir yine. Ekonomide, siyasette ve eğitimde cemaatlere yer verilmesinin ve etkili olmasının sebebi cemaatlerin ve tarikatların bu alanları etkileyecek ve değiştirecek başatlığa sahip olmasından kaynaklanmamaktadır. Bizatihi oy potansiyeli olmaları ile ilgilidir bu durum. Dolayısı ile etkileri ve yetkileri devletlerin istediği şekilde ve istediği kadardır.

 

Konumuz ile ilgili olarak kanaatim o ki, coğrafyamızda “din seçmek” saygıyı hak eden “bireysel” bir tercih değildir. Kültürel bir aktarım veya aileden çocuklara tevarüs eden bir mirastır din.

Başka bir dinden İslam’a geçene “Muhtedi” denir. O kişi hidayet bulmuştur, dosdoğru yolu seçmiştir. İslam’dan çıkan ise Mürteddir. İrtidat etmiştir ve tard edilmelidir. Eğer bir yerde tercihlere “değer” yüklenmiş ise işin içine fayda ve zarar da girmeye başlanmıştır. Artık bu tercih sadece tercih sahibini ilgilendirmez. Aileyi, mahalleyi, çevreyi de ilgilendirir.

Dolayısı ile Din, bu coğrafyada toplum ve devlet ile doğrudan ilgilidir.  Küçük bir araştırma ile görülecektir ki, bir cemaat veya tarikat liderinin (siyasetten uzak durmayı tercih etse bile)  devlete ve uygulamalarına dair eleştirel bir açıklamada bulunması onun ve yapısının hain ilan edilmesi için yeterli olabilir. Ya da bir uygulamayı takdir edip destek açıklamasında bulunması durumunda da yandaş ve şakşakçı muamelesi görür. Sessiz kalması ise topluma duyarsız kalmakla suçlanmasına neden olur. Bu kısır döngü örgütlü yapıları daima bir açmaza sokar. Dolayısı ile cemaat ve tarikatlar, her dönemde bir yere yaslanma ihtiyacı duymuşlardır veya zorunda kalmışlardır.

Bunun da asıl sebebi cemaat ve tarikatlarda da hammadde ve ürün/çıktı insandır. Küçülüp yok olma ile karşı karşıya kalmayı göze alamamaktadırlar.

Ekonomik çıkarlar, faydalanmalar, istismarlar, makam ve mevki elde etme zaafları ikincil sorun mesabesindedir.

 

Bakış açısı ve algıya göre tavır takınma durumunu anlayışla karşılıyorum. Bu da sahip olduğumuz içsel dünyamız ve önceliklerimiz ile ilgilidir.

Varlığı faydalı ve zararlı olarak sınıflayan zihnin soracağı soru şudur: Şimdi cemaatler ve tarikatlar faydalı mı zararlı mı?

İyi kötü sınıflamasında: Cemaatler ve tarikatlar iyi midir kötü müdür?

Gerekli-gereksiz, taraf olma veya karşı olma vb. tüm bu bakış açıların hepsi sınıflamacı ve konumlandırıcı bakış açısıdır.

“İçki haram mıdır helal midir?” sorusu ile “Bağımlılık nasıl oluşur?” sorusu farklıdır. Ben bağımlılığın nasıl oluştuğu ile ilgileniyorum.

Yaşadığımız coğrafyada asıl sorun cemaatlerin, tarikatların, örgütlerin, … hareketlerin, derneklerin ve vakıfların varlığı değildir. Toplumsal yapımız gereği bunların varlığı kaçınılmazdır ve insanlar için bir ihtiyaçtır da.

1960-2000 yılları arasında bahsi geçen kesimlere (yazı özelinde cemaatler ve tarikatlar) pazarlanan hayaller devrim-ihtilal ve dönüşüm idi. Her grup perde arkasındaki hesaplarını devleti ele geçirme ve onu yönlendirme üzerine yapardı.

Cemaat ve tarikatların genelinde inançlarından kaynaklı “devletin şeriata göre yönetilmesi gerektiği” motivasyonu temelde vardı zaten. Ancak devrim ve dönüşüme dair özgüvenleri bahsi geçen bu özsel motivasyondan kaynaklanmamaktaydı. Dışarıdan (bu dışarı ille de dış ülke anlamında değildir) yapılan yönlendirmeler ve motivasyonlar daha etkiliydi. Çünkü cemaat ve tarikatların kendi özlerine ait ne silahlı güçleri ve ne de devleti ele geçirecek, temelde etkileyecek finansal kaynakları vardı.

İki binli yıllara geldiğimizde ise birlikte cemaat ve tarikatların motivasyonu değişti ve iki unsuru daha çok önemsediler: Birincisi kalabalık olma ve kitleyi kontrol edebilme becerisi; ikincisi ise maddi imkanlara (makam-mevki ve para) sahip olabilme fırsatı. Yeni duruma ait yeni denklem de kurulmuş oldu bu şekilde.

En başından beri merkezi yönetimlerin kartvizitlerinde aynı yazı yazılmaktadır zaten: İnsan ve destek sizden maddi imkanlar (makam-mevki-para) bizden. Yani HAMİLİ KART YAKINIMDIR!

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap