Sevgili Saadet,
Hiçbir felaket rastlantısal değil, inan bana. Sadece bazılarımız erken görebiliyor. Ben sevdiğin her şeye karşı içime dolan nefreti fark ettiğimde görmüştüm yaklaşan bu felaketi. Olmaz herhalde diyordum; ama oldu. Yapmam diyordum, yaptım. Sadece azmettiren sen miydin diye düşünmeden edemiyorum; o kadar.
İnsan önemsemediği şeylere de durup bakmalı bazen. İnsan; önemsemediği şeyi ya da kimseyi yanında tutmamalı. Artık kullanmadığı eski bir eşya gibi çıkarıp atmalı hayatından. Eski bir eşya dilsiz bir hatıradır sadece. Ya insan öyle mi? Bakmadığın, görmediğin, üstünde durmadığın o kadar etkileyici sahne taşır ki içinde, nasıl bunlara dikkat edebildiğine şaşarsın. Eşyaları sadece sen konuşturursun istersen; ama insanlar en kaldıramayacağın şeyleri haykırıverirler yüzüne. Tıpkı bana yaptığın gibi. Bir eşya sanıyordun; ama değildim. Birikiyordu içimde hepsi; birikiyor ve başka şeylere dönüşüyordu. Sen istediğim kişi olmadığın sürece ben de sandığın kişi olmamaya başlıyordum. Bir gün sana aslında kim olduğumu hatırlatacağım o günü bekliyordum.
Sana karşı güçlü olduğum zamanları düşünürdüm hep. Gördüğün andaki sevincini, konuşmadan duramadığın saatleri, her şeyi anlatma isteğini, gözlerinin parlamasını ve omzumda ağladığın saatleri… Her şeyi hoşuma gitmek için yaptığın zamanlar ne kadar güzeldi.
Sonradan başkalarına yaptın aynı şeyleri. Her defasında yanlış anladığımı yüzüme vurarak yaptın bunu. Hassastım, alıngandım, tutucuydum, serttim, şüpheciydim. Ya sen neydin?
Dürüstlüğün tanımının herkes için aynı olduğu bir karşılık yok mudur? Artık sevmediğin birine dürüst olman gerekmiyor mu mesela? Anlamadığımı düşündüğün her şeyi anlıyordum Saadet, anlamayan sendin asıl. Beni hayatında tutma nedenini anlıyordum mesela, dahası ona tutunuyordum. Sen paramparça olmuş ve tüm kırık yanlarını bana pervasızca gösterirken ben “ne yapsam iyi gelir acaba” diye düşünüyordum. Sen de bunu bildiğin için tutuyordun beni hayatında. Biliyordun ki ölürdüm senin için, öldürürdüm. Biliyordun ki benim sevgim kadar kimsenin sevgisi garanti olamazdı. Herkes için bir şeyler yapman gerekirdi benim dışımda.
Başlardaki yanılgımı affetmiyorum kendimin. Zannetmek ne kadar ölümcül bir kelimeymiş. Düzeleceğini zannetmek, eskisi gibi olacağını zannetmek, sevdiği için yaptığını zannetmek, aslında hasta olduğunu zannetmek… Hepsi de senin tanımlamalarındı aslında. Ben asıl bunların doğru olduğunu zannettim. Her şey daha kötüye gitmeye başladığında senden gidecek gücüm tamamen tükenmişti artık. Yaşamım iki dudağının arasında sona erecek kadar bağımlı, aciz ve zavallıydım. Sana tapındıkça gözünden düşüyordum. Ben senin için yaşadıkça sen başkaları için var oluyordun. Bana beklemek düşüyordu her defasında.
Kimsenin seni benim kadar sevmeyeceğini anlayacağın zamanı, karşıdakinin zannettiğin insan olmadığını anlamanı, sana vereceği zararı görmeni beklemek… Küçük umutlar olmasa bu kadar uzun sürmezdi emin ol. Yaptığın hatayı anlamış ve benim değerimi fark etmiş gibi bakmasan, git diye bağırdığında gözlerini kaçırmasan, sevmiyorum dediğinde yutkunmakta zorlanmasan bu kadar uzun sürmezdi. Bu kadar kinle dolmazdım sana karşı. Gerçekten gideceğimi anladığında başkalaşıyordun çünkü. Esas zehiri o zaman sunuyordun muhteşem ellerinle.
Senin gözünde değer kazanacağım zamanı bekledim hep. Çaresiz bir muhteristim artık. Kifayetsiz bir muhteris, sefil bir âşık. Senden başka tüm yaşam alanlarını yakmış bir Mecnun.
Keşke beni hayatından çıkarmayı aşkımızın bittiğini fark ettiğin o ilk anda düşünseydin. Ve bana: “Seni istemiyorum hayatımda, çık git!” deseydin. O zaman bir şansım vardı kendi hayatıma dönebilmem için. Sonrasında çok geçti artık.
Hem gözlerin kızarmış bir şekilde “N’olur git, bırak beni!” demek git demek değildir, anlamalısın. “Sensiz de hayatta kalabilirim.” demek git demek değildir. Bak gördün mü başkası var hayatımda demek, eskisi gibi sevmiyorum demek, sana iyi gelmiyorum demek, başkalarıyla daha mutlu olursun demek, seviyorum ama eskisi gibi değilim demek “git” demek değildir.
Gerçekten “git” demek; biricik oğlunun birikmiş kanının başında beni gördüğünde dolu dolu bir ses ve her şeyi artık anlamış bir halde “Senden kanımın son damlasına kadar nefret edeceğim!” demektir. İşte o zaman ben de gönül rahatlığıyla gidebilirdim. Çaldığın hayatıma karşılık başka neyle ödeşebilirdik ki?
Nitekim hayatımı çalmana karşılık ben de senden bir can aldım. Aldığım can seninki olsa emin ol bu kadar rahat gidemeyebilirdim.
Not: Gerçek bir yaşam hikayesinin isimleri değiştirilmiş ve mektuplaştırılmış halidir. Hikayeyi ulaştıran ve yardım isteyen kadın olduğu halde cezaevindeki erkeğin dilinden kaleme alınmıştır.
*La femme fatale: Fransızca bir isim tamlaması olup, kötücül kadın, ölümcül kadın gibi anlamlara gelmektedir. Türkçesi “öldüren cazibe” olarak da kullanılmaktadır. La femme fatale, sanatsal olarak tiyatroda, sinemada, edebiyatta çokça değinilen bir olgudur. Kendisini artık sevmediği halde sırf çok seviyor diye hayatından koparmayan, bir süre sonra duyarsızlaşan hatta üzülmesinden gizli bir zevk alan, aşağılamaktan hoşlanan ve her türlü küçük düşürerek “beni daha ne kadar sevebilir” gibi gizli bir oyun yürütür gibi aşığını hayatında –avucunda- tutan kadınları betimlemek için kullanılır. Elbette aynı şeyi yapan erkekler de olabilir ancak sanatsal anlatımlarda genelde kadınlar üzerinden kurgulandığı bir gerçektir. Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet” , “Kader” filmlerinde, David Lynch in “Blue Velvet” filminde, Güney Koreli yönetmen Kim Ki Duk’un “Bad Guy” filminde bu konu oldukça dramatik bir şekilde işlenmiştir.
Son Söz: İlişki kuracağımız ve seveceğimiz başka kimselere dikkat ettiğimiz kadar bizi seven ama önemsemediğimiz kişilere karşı da dikkatli olmalıyız. Sevmediğimiz kimseleri hayatımızda tutmamalı ve umut besleyeceği davranış, söz ve tutumlardan kaçınmalıyız.
Kadınların kendini hibe edişinin haram oluşu…Mehirini geleceğini düşünerek planlaması ve talep etmekten çekinmemesi…Erkekler icin de gerekli aslında.
Her zaman,artık sevmediği erkeğe karşı da dürüst kalabilmek için.