İçeride beş on yıl değil,
Elli yıl olsa geçirilmez, değil; geçirilir.
Solmasın yeter ki
Sol göğsün altındaki cevahir.
N. Hikmet
Yaşam sen ne güzelmişsin meğer. Tepe üstleri bahar güneşiyle buluşunca ne kadar güzelmişsin. Dağ eteğinden denize doğru yolları, ağaçları sisler bürüdüğünde ne kadar güzelmişsin. Her şeyin olabilme ihtimali, bir çiğdemi koklayabilme ve bir çocuğun, bir kuşun sesini duyabilme ihtimali ne harika bir şeymiş.
Bisiklete binebilmek mesela. Rüzgarda kollarını öpen serinlik, saçını dalgalandıran esintiler ne güzelmiş. Aynı duyguyla bir tur daha binebilmek! Keşke. Çocukken oynadığımız oyunların tadı; enfesmiş.
Çocukken yediğimiz dayakların tadı bile güzelmiş. Alt dudağı büzüp saatlerce küs kalmak, annenin yedinci seslenmesinde sofraya isteksizce oturmak, çocukça kinlenmek, bir daha hiç konuşmayacağına defalarca ant içip ilk şakada su koyuvermek güzelmiş. Şimdi içten ağlayarak hatırladığım onca şey, binlerce şey ne kadar da güzelmiş.
Bir ata, otobüse, uçağa, trene ilk kez binmek ne kadar güzelmiş. İlk kez yapılan bir şehirler arası yolculukta gözlerini bir an bile pencereden ayırmadan etrafı seyretmek ne kadar büyülüymüş. Sevgiliyle yapılan ilk dans, ilk piknik, gidilen ilk sinema ne kadar eşsiz bir mutluluk sunuyormuş insana. Ne büyük saltanatlar yaşamışız şimdi bakınca. Ne doyumsuz keyifler çatmışız. Ne sevinçlere gark olmuşuz, ne muhteşem yaşamımız varmış.
Hatırlıyor olmak bile ne muhteşem bir his. Geçen ve bir daha geri gelmeyecek olan o güzelim anılar için üzülebilmek bile ayrıcalıklı bir lütuf, bence. Duyguların kimi zaman iç burkan, gözleri buğulandıran, dudakları büzen koridorlarında dolaşmak bile bir ayrıcalık. Üzülebilmek, ağlayabilmek, öfkelenebilmek… Hepsi için adaklar adansa azdır belki.
Bir babalık duygusu örneğin. Bir başka canlının sizi “babalık” tahtına oturtması. Buna sizin, onun, buna bütün toplumun yüklediği o eşsiz anlam. Onların yanındayken siz, sizin yanınızdayken onlar. Ne kadar eşsiz, ne kadar büyük bir nimet. Onların dalga geçtiği geri kafalılığınız, sizin küçümsediğiniz toylukları. Ve bunları yaşıyor oluşunuz.
Dostluktan bahsetmedik sahi. Bilmem ki ne tanımlar bir dostluk duygusunu? Hangi eşya ile özdeşleşmiştir dostluk? Öyle ya ne beşiğe sığar bir çocuk gibi, ne kırmızı kuşakla betimleyebilirsiniz dostluğu. Benim aklıma ise geçmişten geleceğe bir sürü eşya geliyor. Çakı geliyor mesela, bilyeler, okul çantası, gözlük, tarak vs… Anılar mı? O kadar çoklar ki. Hepsi için bilmem ki kime sunayım şükranlarımı. Allah’a mı, dostlarıma mı, anneme mi, babama mı, çevremdeki tüm insanlığa mı, kime? Her şeylerini sevdiğim, her şeyimle beni seven dostlarımın çoğu geçmişte kalan harika anılarımı oluşturmasında en büyük pay sahibi kimindir? Belki benim de vardır payım. Belki ben de karşılıksız ve güzel sevmişimdir. İyi ki de sevmişim.
Ve aşk. En koyusu duyguların. En ölümcülü, en zehirlisi, en balı, en tatlısı, en konsanstresi. Bence her duygudan var aşkın içinde. Annelik, babalık, dostluk, kardeşlik ve hatta kulluk. Bir tür depo duygu. Bir tür duygu deposu. Her şeyin hazzını misliyle artıran bir cûş hali. Her şeyin yeniden manaya büründüğü bir yürek atlası. Gün batımı, deniz kenarı, tepe başları, ağaçlar ve yosun bağlamış çakıl taşları…
İnsanoğlu yeni bir aşamaya geçiyor artık. “Level” atlıyor. Yaşlıları daha çabuk unutuyor olan biteni, gençleri her şeyi beyinlerine değil cihazlarına kaydediyor. İnsanlık kendini yiyip bitirdikçe ne koronaya ne laboratuar çalışmasına gerek kalmıyor.
Gökten belalar, felaketler ardı ardına yağıyor. Asıl virüs korona değil diyor bazıları. Asıl virüs: Filistin, Arakan, Uygurlar, Afrika, Suriye ve diğerleri…
Diğerleri de hayır diyor asıl virüs onlar değil, yok edilmesi gereken virüsler: Amerika, İsrail, Çin ve diğerleri…