Çitadan hızlı koşan araçlarımız, kartaldan yüksek uçan uçaklarımız var. Yollar geniş, bağlantılar sayısız, ulaşabilirlik inanılmaz. Yine de Evliya Çelebilerimiz ya da İbn-i Battutalarımız yeterince yok.
Aslında gezen dolaşan çok ama birçoğu gittiği yerden bir foto çekmekten öte bir aktiviteye sahip değil.
Aktivite demişken bu kelimenin de müşterilerinin çoğu “maksat hareket etmek”, “gezmiş olmak” zihniyeti ile pek dolu dolu bir iş yaptıklarını sanmıyorum.
“Efendim siz de gezdiniz, dolaştınız. Bir de sizin marifetlerinizi görelim” derseniz, yukarıda ettiğim sözlere ayıp olacak, o yüzden de demeyin lütfen.
Yani 11 gün İran’ı gezmeye yeter mi? Kime yetmiş! Az olmasa da öyle bir kaç kuruşla doyasıya dolanmaya yeter mi? Yetmedi. Yani benim de mazeretlerim var. Kendim ikna oldum. Hepsi geçerli.
Allah rahmet etsin. 10 yıldır dostluğu ile mutluluk duyduğum Azeri Türk’ü Miraç Ağabeyin, o güzel insanın babası vefat etmişti. Yıllardır yaptığı “gel, çoluk çocuğu al misafirimiz ol” davetlerinin mahcubiyeti ile davetsiz gitmek artık vacib olmuştu. Ama çoluk çocuğu götüremeden. Dedim ya, siz İran’ı öyle üç kuruş para ile dolanacak yer mi sandınız? Hasılı o sebepten yani.
Yol arkadaşım Melle Saleh’ten bahsetmeliyim. O eniştem ve halamın oğlu olur. Onun da Tahran’da bir arkadaşı vardı. O arkadaşının davetine icabet etmek ve İran’ı yerinde görmek arzusunda idi.
Yolculuğumuz Batman’dan başladı. Melle Saleh ile yol planımızın ayrıntılarını yine yolda yapıyoruz. Van’a gideceğiz, oradan yolumuzun üzerinde Hakkari’nin bir köyünden olan eniştemizin hasta babasını da ziyaret etmek arzusundayız. Ondan sonra Esendere Sınır Kapısı’ndan Türkiye’den ayrılacağız.
Yol arkadaşım “Melle Saleh” olarak bilinir. Ama birkaç defa daha bu ibareyi kullanırsam saygısızlık gibi bir şey olabilir, huzursuz hissedeceğim. O çocukluğumdan beri tanıdığım ve hayattaki dürüstlüğüne şahit olduğum ender insanlardandır. Hürmetim derin. Bu yazımda da gerçek hayatta hitap ettiğim şekliyle, yani “Seyda” olarak kendisinden bahsedeceğim. Seyda’dan yolculuğumuz boyunca elde ettiğim fayda tüm İran seyahatlerimde elde ettiğim faydalardan fazladır.
Yolda Seyda bir hikaye anlatıyor.
“Epey zengin bir adamın bir oğlu vardı. Oğluna dedi ki;
- Evladım, her memlekette bir evin olsun. Gittiğinde konaklayacak yer derdine düşmeyesin.
Oğul;
- Baş üstüne babacığım. Sen hiç merak etme. O işi de oldu bil. diyerek ayrılmış babasının yanından.
Ve hemen ardından bir çok memleketin en önemli noktalarında ev almaya veya ev inşa etmeye başlamış.
Baba bir gün sormuş;
- Vaziyetin nedir, neler yapıyorsun?
- Baba aynen dediğin gibi; işte falan şehirden ev aldım, falan şehirde de inşaatlar devam ediyor, demiş.
Baba ah çekip gülümsemiş.
- Ben her memlekette bir evin olsun derken gayrımenkul ve inşaat işlerini kastetmemiştim. Her memleketten bir dostun olsun. Özleneceğin, sevileceğin, görmeden geçemeyeceğin… ben bunu kastetmiştim. Kıymetli dostların olsun istemiştim. Pahalı evlerinin olmasını değil.
Seyda bu hikaye ile bana iltifat ederken yol boyunca sık sık ama tam yeri ve zamanında hikmetli sözlerini, nasihatlerini esirgemiyor. Bunu bilmişlik adına değil, sevgi ile yaptığını tam olarak hissediyorum.
Van, Yüksekova, Esendere Sınır Kapısı
Batman’dan sonraki durağımız Van. Allah babama da rahmet etsin, O şahsının güzelliği ile bize iftihar edilecek bir miras bıraktı. Bu mirasın en önemli bir kısmı nazarımda kardeşlerimdir. Van’da kız kardeşimin evindeyiz. Van’daki eniştem de öyle kardeş gibi. Son derece rahatız.
Van’dan defalarca yaptığım geçişlerin Van’ı görmek olmadığını bu sefer anladım. Van Kalesi dedikleri kalenin ta Urartulardan kaldığını ve daha önce birçok Kürdî dergi, kitap ve web sitede görmüş olduğum o masalımsı o resimlerin gerçek olduğunu yerinde müşahede edince anladım. Evet binlerce yıl boyunca gelip geçmiş medeniyetlerden izler görülen Van Kalesi gerçekten çok haşmetli pek muazzam. Orada görünen kısımların altında, etrafında nice kalıntıların örtülerinin henüz kaldırılmadığını ve bu kısımların görünen kısımdan pek daha büyük sırlar barındırdığını hissettim. Nice sır… sır olarak fena oldular. Bu dünyada faniyiz ve fani bir misafirhanedeyiz. Sırlarımız ne kadar yaşayacak acaba..? Sırrı kendinden büyük adamlara, sırrı kendinden uzun yaşayacaklara… Selam Selam…
Sabah Yüksekova arabasına biniyoruz. Yüksek rakım dağlara vurulmuş yollardan gidiyoruz. Bu dağları, uçsuz bucaksız yolları kim soydu, neden çıplak, ot biten yerden neden ağaç bitmez, kim bitirdi, acaba toprağında mı bir hastalık var, insanlarında mı bir problem var…? Düşünceler içinden de bir yol gidiyor. Yüksekova’ya karayolu ile vardığımız halde düşünyol bitmiyor.
Öğlen yemeğini Yüksekova’da eniştemizin ağabeyi Haci Ağabeyin evinde yiyoruz. Yıllar önce aynen bu ev ve bu oda da keklik eti ile beraber pilav yemiştik. Haci Ağabey avcılık konusunda da iyidir.
Halkın dilinde lezzeti konusunda sözünü çok işittiğim keklik etini ilk defa burada yemek nasip olmuştu. Gerçekten de lezzetli idi. Bence keklik, yemekten çok sevilmeye layık bir hayvandır.
Kara kışın beyaz karları toprağı sağlam bir şekilde örttüğünde aykırı bir renktir keklik. O beslendiği toprağın rengindedir. Renk değiştirme becerisi de olmadığından kolay avdır. Kış yaklaşmakta ve nice keklik av olacak. Hele ki bu toprakların keklikleri… Zira buralarda karın 5 metreyi geçtiği vakidir. Bukalemunlar korkmayın! Siz kolay bir şekilde ak(!) görünebilme kabiliyetine sahipsiniz.
Asıl maksadımız hasta babasını ziyaret etmekti. Bu olmasa da Haci Ağabeyi görmek çok güzel oldu. Babası köy dışında kalma konusunda pek sabırlı değilmiş. Sadece orada yuvasında rahat nefes alıp, sukunet buluyormuş. O köye gitmişliğim vardır. O yükseğin yükseğinde bir köydür. Nitekim araba olmadığından o kadar yakın olduğumuz halde gitme imkanımız olmadı.
Bu dostun evinden de hoş bir veda ile ayrılıyoruz.
Esendere’deyiz. Yurtdışı harcı, pul vs derken pasaport kontrol noktasındayız. Polis memuru bir bana bakıyor bir pasaporta bakıyor. Boş bir kağıt önüme koyup bunu imzalar mısın? diyor. İmzalıyorum. Evet imza senin ama bu sen değilsin diyor. Evet bu pasaporttan sonra çok saç döktüm, ama bu benim, diyorum. Amir memur komiser vs derken yarım saat sürüyor benim ben olduğum hususunda görevlileri ikna etmek. Ohh be! Rahat bir nefes alıyorum.
28 Şubat ve 90’lı yılların zülmünden bize kalmış bir bakiye var. Ağabeyim 24 yıldır cezaevinde. Ondan işittiğim bir hikaye geldi aklıma;
Türk, Rus, Alman, İngiliz polisleri her biri bir aslan yakalama hususunda görevlendirilmiş. Her biri bir aslan yakalayıp getirivermiş ama Türk polisi dönmek bilmemiş. Gidip bakmışlar ki Türk polisi bir zürafanın boynundan yakalamış ve ona aslan olduğunu itiraf(!) ettirmeye çalışıyormuş.
Gerçi bu memlekette bir bakışta insanları tanıyan meşhur tabirle insan sarrafı pek bol. Ama istisnalar kaideyi bozmaz diyerek devam edelim.
İran… Sero Sınır Kapısında;
Daha önce İran’a çok gittiğim halde bu sefer de ilk ayak bastığımda içimde kısa süreli bir ürperti oluştu. Artık İran’dayız. Hesap etmediğimiz halde tevafuken Muharrem ayında gelmiş olduk. Bunu da Muharrem ayındaki ilk gelişimiz olarak not edelim. Muharrem ayında İran farklı bir atmosfere girer. Herkes karalar bağlar karalar giyer. Kısa sürede üzerimizdeki beyazların sırıttığının farkına varıyoruz.
Taksiye biniyoruz. Taksici genç bir Kürt. Çok hızlı sürmesinden Seyda endişeleniyor. Seyda korkma diyorum. İran’da hep böyle, bu ortalama bir sürücüdür. 50 km’lik yolda sözler fikirler az da olsa açılıyor. Aman Ya Rabbi. Urfa’nın isotu kadar acı. Küfrediyor. Siyaset, itikat, zalim, mazlum… derken onu teskin etmeye, farklı düşünce biçimleri ile onu dengeleyip selametle Urumiye’ye varmaya çalışıyoruz. Yahu diyor, 1400 yıl evvel şehit olmuş bir insanın matemi aylar sürer mi? Bütün memleket ayakta tutulur mu? Neyse, söylenebilecek sözlerinden bu kadarı kafi. Yolculuğun nihayete ermesi ile tekrar rahat bir nefes alıyoruz.
Beni Van-Yüksekova yolunda düşünceye sevk eden o çıplak dağ ve ovalar sınırın hemen İran tarafında bol ağaçlık ve gözle görülür tarım faaliyetleri olarak göze çarpıyor. Bu taraf Kürt o taraf Kürt, toprak aynı toprak! Esendere-Sero, Kapıköy-Razi, Doğubeyazit/Gürbulak-Bazirgan sınırlarının her iki tarafına bu gözle bakınız. Nasıl bir sosyolojik ekoloji ile karşı karşıyayız. Düşünmeye devam. Ben düşünüyorum ve soruyorum. Siz de düşünün ve sorun. Ama paylaşacak cinsten cevabım yok.
Urumiye’de, Batı Azerbaycan’ın Eyalet Merkezi’nde;
Urumiyedeyiz. Hemen bir miktar İran parası alıyoruz. İlk işimiz iletişim sağlayabilmek için İran hattı bir sim kart almak oluyor. Ardından Seyda için siyah bir gömlek alıyoruz. Böylece Seyda eşsiz karizması ile Lübnan Hizbullahilerine çok benzer duruyor. Artık beyaz yok. Biz de kara bağlamış sayılırız.
Urumiye ihtilaflı bir şehir. Resmiyette İran’ın Batı Azarbeycan Eyaletinin Merkez Şehri. Burada Azeriler ve Kürtler var. Azeriler burası bizim derken Kürtler de kendilerinden son derece emin olarak bu şehir Kürt şehridir derler. “Urmiyye Urmiyye Urmiya Kurdan e Leblegulê Leblegûlê Lê Lê…” Nüfus aşağı yukarı birbirine yakın. Azeriler Şii, Kürtler Sunni olduğundan Azeriler daha avantajlı konumda. Ama gerçekte burası ne Kürtlerin ne de Azerilerindir. Burası İran Devleti’nin asıl kaynağı olan Farslarındır. Çünkü kendi anadillerinde eğitim görmekten mahrumdurlar. Her iki halktan da önemli bir kesim bu konuda bilinçli ve bu haklarını talep ediyor. Halklar kendi dil ve renkleri ile sokakta varlar. İran Parlamentosunda avazı çıktığı kadar bağırıp anadilimizde eğitim hakkımızı istiyoruz diyen vekilleri var. Şöyle bir güzellik var ki Kürtler ve Azeriler bu konuda birbirlerini destekliyorlar da. Ama duyan yok. Duysalar da bu hak için fitne doğmasını veya halkların gayrı meşru yöntemlere mi başvurmasını bekliyorlar bilemiyorum. Halbuki Kürtçe ve Azerice’nin Farsça’ya bir tehdit oluşturması söz konusu bile değil. Farsça zaten tarih boyunca İslam kültür mirasının tartışmasız ikinci dili olmuştur. Dil ve kimlik yasakları hastalıklarının Müslüman aleminde bulunmadığı zamanlarda vaziyet bu idi. Benim için Kürtçe dünyanın en güzel dilidir ve herkesin anasının dili dünyanın en tatlı en güzel dilidir.
Urmiye’de Hiyabanê İmam dedikleri caddenin dörtyoluna “Merkez” diyorlarmış. Küçük bir tabureye oturmuş önündeki minik tablada çakmak, gaz, sigara vs satan güzel yüzlü bir genç var. Pozitif duran bu genç oradaki kısa bekleyişimizdeki muhabbet ahbabımız oluyor. O genç İran’a gelmemizi garipsiyor ve öyle bir söz ediyor ki memleketinden küskün insanlarımıza derman olabilir; ama bazı İranlılar duymasın.
- Türkiye çok çok güzel. İran’a niye geldiniz ki! Şüphesiz sadece İstanbul bütün İran’dan daha güzeldir!
Seyda zaten İstanbul’da oturuyor. Söz hoşumuza gidiyor. Her ne kadar İstanbul’da yaşamayı hiç düşünmesem de. Seyda diyor ki bu güzel gençten satın alabileceğimiz bir şey yok mu? Dikkatle bakıyorum. Malesef ki yok.
Kıymetli dostumuz Miraç Ağabey oğlu Berkan ile beraber geliyor. Tren ile sayahati çok severim. İşte 10 yıl önce(tahminimce 2009) Diyarbekir’den tren ile İstanbul’a giderken bu paha biçilmez mücevher ile o tren kompartımanında tanışmıştık. O vakit Miraç Ağabeyin oğlu Berkan’a annesi hamile idi. Sıcak muhabbetimizden 10 yıldan fazla geçen zamana rağmen bir eksilme yok.
Bu hayatın en kıymetlilerindendir dostlar. Dost, arkadaş, akraba… ne derseniz deyin. Beni çok üzen bir husustur ki; bazıları çok ucuza satıyor hayatındaki insanları. Etmeyin n’olur! İnsanın yeri ve kıymeti herhangi bir dünyalık ile doldurulamaz ve ölçülemez.
Hava kararmaya başlıyor. Miraç Ağabeyin arabasındayız. Yemek için Urumiye’de güzel bir mekan arıyor. Bahçeli bir restorana gidiyoruz. Epey kalabalık. Bir çardağa oturuyor, hal hatır soruyor, hasret gideriyoruz.
Seyda’ya alabalık istiyoruz. Ben ne yiyeceğim? Türk kebapları var, şu var bu var derken tercihimi tarif ediyorum; “Burada en sevilen, en çok tercih edilen ve buraya özgü olan yemeği istiyorum.” Dostumuz bir yemekten bahsediyor. Kendisinin ve İranlıların çok sevdiği fakat Türkiye’den gelen hiçbir misafirinin beğenmediği Huruşt diye başlayan bir yemek. “Olsun ben yine de onu istiyorum” diyorum. Seyda’nın yemeği geliyor. Seyda doyduğu halde hâla benim siparişim gelmiyor. Seyda az yiyen bir insan olduğundan ve gelen yemek çok olduğundan kalanı dayanamayıp ben yiyorum. Ve diyorum ki artık benim için sipariş edilen yemeğin gelmesine gerek kalmadı. Ben de doydum. Dostumuz sipariş verdiği adamlara kızıyor. Tepki ile ayrılıyoruz. İran’da her vakit her yemeği bulamazsınız. Yemekleri de bizim Antep Urfa Antakya Adana ve Diyarbekir yemekleri ile kıyaslanamaz. Tabi yarın akşam yiyeceğimiz yemekleri ayrı bir parantezde değerlendirmek gerekiyor.
İranlılarda meyve kültürü epey gelişmiş. Eğer misafir var ise, oturduğunuz odanın orta sehpasında muhakkak meyve bulundurulur. Hele ki Nevruz Bayramı’nda evlerinde birbirlerini ağırlamak için evde çok miktarda çerez, şerbet ve meyve stoklanır.
Yemekten sonra sokaklarda düzenlenen birkaç Muharrem etkinliğine katılıyoruz. Karalar bağlamış insanlar sokaklara akmış, İmam Huseyn ve Ehli Beyt için mersiye okuyan meddahların etrafında yoğun kalabalıklar oluşmuş, başlarında “Ya Huseyn” ve benzeri yazıların olduğu bandajlar sarılı olduğu halde insanlar saf olmuş etkileyici bir ahenk ile kimi sinesini vuruyor, kimi elinde zincir sırtına vuruyor, kimi yalın ayak, kimi başına toprak saçmış, kimi sancak tutuyor, kimi devasa davullara şiddetli tokmaklar vurup desibel sınırlarını zorluyor… Ama müthiş bir atmosfer. Yas ve matemin bütün sembolleri konuşuyor. Ben ve Seyda bu vaziyetleri ilk defa canlı canlı gören iki izleyiciyiz.
Miraç Ağabeyin evindeyiz. Yıllar önce misafiri olduğum aynı ev. Küçük ve hâlâ kiracı. Ama güzel bir haber veriyor. Bir ev aldığını, şuan iç düzenleme ve tadilat sürecinde olduğunu söylüyor. Çok seviniyoruz. Seyda sebebi ziyaretimiz bağlamında bir taziye duası okuyor. El fatiha’dan sonra başsağlığı diliyoruz. Yaşadıklarından, babasının nasıl vefat ettiğinden, işlerinden konuşuyoruz. Gece geç saatlere kadar çay, çerez ve meyve eşliğinde muhabbet ediyoruz.
Sabah ilk işimiz babasının mezarına gitmek oluyor. Orada bir Yasin okuyorum. Rahmetliye Allah’tan rahmet, af ve mağfiret dileyerek mezarlıktan ayrılıyoruz. “Kişiye nasihat olarak ölüm yeter!” hakikati… Bir süre önce sağ olan, bizler gibi konuşan, yürüyen, hesap kitap yapan bir insanın ruhunun bedenini terk ettiğini, o bedenin şuan bu toprağın altında bulunduğunu, ölümün bizlere de hiç uzak olmadığını, fani bir hayat için baki mükafatlardan mahrum kalacak ameller işlemenin ahmaklığını… düşünüyoruz. Düşünmeliyiz. Sırf tefekkür maksadıyla kabristanlara gitmeli, özellikle sevdiklerimizin yakınlarımızın mezarlarında bulunmalı, akibetimizin cennet bahçelerinden bir cennet mi yoksa cehennem çukurlarından bir çukur mu olacağı hususunda endişelenmeliyiz.
Miraç Ağabey bizi arabasıyla şehirde gezdiriyor. Bir çok yer geziyor görüyoruz.
Akşam vakti geldiğinde tekrar yemek için arayışa geçiyoruz. Bu sefer gittiğimiz mekan daha nostaljik. Girişte büyük küpler içinde turşular görünüyor. Seyda için “Abguşt” istiyoruz. Benim için ise “Huruştê Refsencunê Huşmeze.” Yemekler Türkiye’de yediğimiz yemeklerden çok farklı. Ve bu akşamki yemeğimiz İran’da yediğimiz yemeklerden tartışmasız en güzel olanı. Sofrası, tabağı, çanağı, bardağı… hepsi ağır bakırdan. Bakır sürahide getirdikleri ayranın serinliği ve üzerindeki baharatlar gerçekten unutulmaz. Ayranın üzerindeki gül baharatı ise fevkalade göz alıcı.
Seyda bana diyor ki “bu akşam bilet bulursak gidelim. Bu arkadaşın izzet û ikramı, misafirperverliği bizi daha fazla mahcup etmeden Tahran’a gidelim.” Zar zor da olsa o güzel insandan müsade istiyoruz. Gece 12.00’de yola çıkacağız. Veda vaktine kadar muhabbetimiz evde, yolda, Urumiye’nin seyir tepesinde, hızla sürüp giderken vedanın son durağında, otobüs terminalindeyiz.
Buradan yazımızın 1. bölümünü noktalıyoruz. Yazımız yolumuzun devam ettiği yerlerden Tahran, Meşhed, İsfahan, Şiraz ve Hoy vilayetleri ile devam edecektir.
Fadlullah ÇELİK
Karalar bağlamış ülke seyahat yazısını zevke okudum. Kendime dersler çıkardım.Ilk bölümünde. Sonra oğul hikayeside bizim hikayemiz. Çok güzeldi.