Cinayetler kaça ayrılır biliyor musunuz? Ben cevap vereyim: İkiye.
Cinayetler ve kadın cinayetleri
Birincisi herkesin başına gelebilir. Yolunuza bir kötü çıkar ve hiçbir neden bulamıyorsa yan baktığınız için sizi öldürebilir. Bunlar katildir, seri katildir.
İkincisinin başınıza gelmesi için kadın olmanız lazım. Bu durum da bence iki başlık altında incelenmeli.
Birincisi sırf kadın olduğunuz için çok küçük yaşlardan itibaren taciz edilebilir, tecavüze uğrayabilir, öldürülebilirsiniz.
Kıyafetiniz uygun olmadığı için, tecavüzü ve öldürülmeyi hak etmiş olabilirsiniz.
Dışarı uygun olmayan saatlerde çıktığınız için, toplu taşıma aracında bir erkekle yalnız kaldığınız için, taksiye bindiğiniz için….
Acı olan bunu ne kadar çeşitlendirebiliriz. Olayı anlatırken “o da pek uygunsuz giyinmiş, o saatte orada ne işi varmış, ama o da bakmış” der, caniyi anlamak için elimizden geleni yaparız.
İkincisi sevgilisi, kocası, oğlu, babası, amcası, kardeşi tarafından öldürülenler.
Bir zamanlar gözlerine sevgi ile baktığınız kişiler tarafından cezalandırılmak ve yaşam hakkının elinizden alınması ne ağır bir darbedir.
Biz millet olarak neyi öğrenemedik? Bir senede yakınları tarafından öldürülen kadın sayısı teröre verdiğimiz şehitlerden daha fazla.
Ben yazana kadar yeni öldürülenler olmazsa bir günde öldürülen üç kadın örneğinden bakmak istiyorum konuya.
Birisi köylü, eğitimsiz, geleneksel: Oğlu tarafından öldürüldü.
Öbürü şehirli, dindar, geleneksel: Eşi tarafından öldürüldü.
Diğeri modern, eğitimli, çağdaş: Sevgilisi tarafından öldürüldü.
Hikaye diyor ki: Yok bizim birbirimizden farkımız. Modern olmak, dindar olmak köylü ya da şehirli olmak, diplomalı ya da diplomasız olmak, yaşam tarzınızı değiştiriyor ama sorun çözme, olayları anlama ve anlam yükleme şekliniz kültürünüzle alakalı.
Normalde ideolojileri üzerinden kavga eden insanların mesele özel hayat olunca, kadın erkek ilişkisi, karı koca ilişkisi olunca oturmayan bir şeyler var. Sonu ölüme öldürmeye varan şeyler.
Her öldürülen kadın haberinde işin içinde namus(suzluk), iffet(sizlik) ya da itaat(sizlik) arıyoruz; hatta içimizde bunu yapmaya en uzak olanlarımızın bile olan biteni anlayabildiğini görüyoruz.
Birikmiş yoğun bir acı var. Kaç çocuk annesinin dövülmesine şahit olarak büyüdü. Özlük haklarının kısıtlanmasına şahit oldu.
Gereken ilgi ve alakayı almadığını gördü. Bunların hiçbirisinin hesabını babalarına, dedelerine sormadılar. Şimdi kendi yuvalarında nasıl davranacaklar?
Sıklıkla söylenen şu: ”eskiden böyle değildi.” Eskiden olmayan nedir? Şiddet mi, tecavüz mü, öldürme mi, hak gaspı mı? Hayır. Medya sayesinde görünürlük arttı.
Diyeceksiniz ki Osmanlı döneminde kadın mutluydu, nezihti dokunulmazdı.
Ama kadının asırlarca evinden dışarı çıkmadığını unutmayalım.
Saygınlığı vardı, evet ama kadınlığına değil anneliğine idi.
Şimdi ise kadın evinden çoktan çıktı ve analığının yanına bir sürü kimlikler edindi.
Hiç sorduk mu sadece annelik kimliğiyle mutlu muydu kadın?
Annenizin üzerine babanız kuma getirmişti de yine de anneniz ses çıkarmamıştı.
Ama kimse sordu mu ona mutlu muydu, mesut muydu? Bu sanırım hikayeyi kimin yazdığıyla alakalı galiba. ‘Tarihi kazananlar yazar’ diyor Napolyon.
Mesele şu ki kadınlar perdeyi araladı ve dışarıyı gördü. Her zaman erkeklerin olan hayattı.
Şimdi bu hayattan paylarını almak istiyorlar. Erkekler biliyor ki bu pastayı her zaman onlar tek başına yerdi.
Koparmaya çalıştığımız pay onların payı.
Seçme seçilme hakkı, eğitim hakkı ve çalışma hakkı gibi birçok hakka sahip olan günümüzün kadınından asırlarca önceki ninelerimizden beklenen uysallığı ve boyun eğmişliği beklemek cehalet değilse aymazlıktır.
Yasalar adaleti sağlamazsa insanların vicdanıyla bu sorunların çözülmesi zor görünüyor.
Kadın erkek ilişkilerini acılar ve sabırlar üzerinden tanımlamak bizim topluma has bir özellik olsa gerek.
Aşk, sevgi, aidiyet, ünsiyet, bağlanma üzerinden değil de; acılar, gözyaşları, dayak, sözlü ve fiziki şiddet, aldatma ayrılık üzerinden tanımlıyoruz.
Aşk ve sevgi, dizilerde tattığımız duygular.
Kızlarımız annelerinin hep sabrettiği, üzüldüğü, horlandığı hikayeleri dinleyerek büyüdüler.
Bu, çoğu zaman doğruydu ama doğru olmadığı zamanlarda da kadınlar bu hikayeleri sevdi.
Kocasına aşık olan kadın hor görülürken, kocasına katlanan kadın alkışlandı ve cennete kondu.
Hiç dinlediniz mi annenizden ‘ben babanı seviyordum yavrum’ diye başlayan bir hikaye.
Kadınlarımız sevmeyi bilmiyor, erkeklerimiz sahiplenmeyi. Erkeklerimiz sahiplenmeyi malı gibi, kölesi gibi görmek sanıyor.
Sever, döver, alır, atar ve maalesef öldürür.
Kadınlarımız sevmeyi; katlanmak, cefakarlık, göğüs germek duygularıyla karma karışık yaşıyorlar.
Öyle görüp, öyle öğrendik.
Zorla evlendirilen, tutunacak dalı olmayan, sahipsiz kadınları geçiyorum.
Bir de eğitimli, eli ekmek tutan, toplumda bir yer bir statü edinmiş kadınlar var. Şiddet gören ve öldürülen.
Üniversite öğrencisi kızlar var sevgilisinden ayrıldığı için öldürülen.
Problem böyle erkekleri nasıl sevdiğimiz, beğendiğimiz, eş olarak gördüğümüz, aynı yatağı paylaştığımız…
Bizi kim alıştırdı bu hallerin erkekte normal olduğuna.
Abartmadan dövmenin normal olduğuna. “Beni bırakırsan seni de kendimi de öldürürüm” tarzı blöflerin romantizm olduğuna.
Bir katil hiç bir zaman bir katil değildir.
Bir anne…
Bir baba…
Amca, dayı, teyze, hala…
Bir köy…
Bir toplum…
Bir millettir…