Paylaş

Bir anımdan bahsetmek istiyorum sizlere.
Akşam olmuştu. Bulutların siyahlaştığı ama gökyüzünün henüz kararmadığı saatlerdi. Hava almak istiyordum. Bir yandan da heyecan yaşama duygularım tetikliyordu beni. Yoldan geçen köpeklere küçük taşlar fırlatıp yüz metre kadar kovalanma arzum tavan yapmıştı. İstediğim olmayınca yüksek güvenlikli bir binanın dış kapı şifresini birden dokuza kadar girip açamadığımda güvenliği çağırıp mekanizmanın bozulduğunu söyledim. Güvenlik kime geldiğimi sordu. Altıncı Koğuş Oktay dedim. Burada öyle birisi oturmuyor dedi. Bak dedim özel olan güvenlik bey; sizin Altıncı Koğuş Oktay’ı tanımıyor olmanız Altıncı Koğuş Oktay’ın sorunu değildir. Bu adamın adı güvenlikli sitelerin giriş defterlerinde değil tutanaklarda geçer. Şimdi siz açıyor musunuz kapıyı yoksa olacaklardan sorumlu ben olmayacağım. Şuursuzca kapıyı bir yandan tekmeliyor diğer yandan Oktay abim hakkında bilinmesi gerekenleri anlatıyordum. Güvenlik sözümü kesti. “Pardon” dedi. “Yanlış kişiye bakmışız evet söylediğiniz kişi burada oturuyormuş kendisiyle hemen irtibata geçiyorum, o sırada ayakta beklemeyin” dedi. İkna olmuşlardı sonunda. Beni bekçi kulübesine götürdüler. Çay ikram ettiler. “Uzun tekel 2001 verin biriniz!” dedim. Tütün verdiler, ses etmedim. Beş dakika kadar bekledikten sonra telefonum çaldığı için kapıya çıkmıştım. Etraf açık alan olduğu için uzaktan gelen ışıkları havai fişek zannedip baktığımda tam 3 tane sirenleri yanan Doblo’yu gördüm. “Vay şerefsizler!” diyerek kapıdan atladım. Siren ışıkları gitgide yaklaşıyordu. Kendimi boş araziye doğru attım. Çamurun içerisinde koşmakta zorlanıyordum. Polis aracından kendi kaçışımı seyretmek film sahnelerindeki gibi olurdu. Arkamı dönüp baktığımda araziye girmeye çalışan doblolardan biri çamura batmıştı. Polisler el feneriyle kaçış yönüme doğru ışık tutuyorlar gibiydi. El feneri, araç lambası, siren ışıkları derken ortalık bir anda kutup ışıklarının ortaya çıktığı İzlanda’ya dönmüştü. Kaçtığımı gören köpeklerde peşime takılmıştı. Ben yalnızca yüz metrelik bir heyecan istemiştim. Şimdi ise arkamda polis, bekçi ve köpekler vardı… Bu anımın gerçekliğinden şüphe edenler yalnızca 1992 yılında Milliyet gazetesinde 100 kupon karşılığında verilen El Salvador kitabının 52. sayfasının ikinci satırını okusunlar.

Bir gün nezarette yattım. Sabah babam almaya gelmişti. Yol boyu bir ton tantana. Eve gittiğimizde kızmak ile öğüt vermenin arasında bir sürü nasihat dinledim. Ama Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e mektubundan birkaç satır okuyunca bu olay beni çok düşündürdü.
“Ananı, atanı say. Bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen
Yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.”

Heyecan duygularımı yükseğe çıkarma arzusu, çöllere dönen ruh halimin tetiklediği bir durum olabilir miydi? Kaldığım nezaratte şansıma denk gelen ya da gece boyunca verilen cezanın bir parçası olarak düşündüğüm elektriğin yokluğunda birçok şeyi düşünmeye fırsatım olmuştu. Sabahın oluşu, arkamdaki bir kol sığacak kadar pencere camından duvara el feneri tutulmuş edası ile gelen aydınlığın altında yatan sözler ile aynı mantıktaydı. Duvara yazılmış sözler tam olarak şöyleydi.
“Sen kaybettiğinde kaybına razı ol! Bu kayıp öyle bir azaptır ki, cezası içindedir.”

Yorum yap