Giriş kattaki dairemin balkonuna çıkıp görünemeyen gökyüzünden bina çatıları izin verdiği müddetçe göğü seyretmeye çalışarak sigara tellendirecektim. Hem belki bu esnada düşüncelere dalar, dolduramadığım boşu, boşaltamadığım doluyu düşünürdüm.
İçli bir çekişten sonra balkonun altına konmuş bir kağıttan uçak gördüm. Bin tane umudu kanatlarına yüklemiş de gelmişti ocağıma. Biçare kaldığım doluyla boşa “Siz iki dakika bekleyin, umut kapıma gelmiş, bir hoşgeldin demeye gidiyorum. Hem belki müsaitler ise yandaki çay ocağında çay ısmarlayıp geleceğim.” Dedim.
Koşar adım yanına çıktım. Giriş katta oturmanın güzelliği işte tam da bu. Çıkınca hemen dışarıdasın. Apartman işkencesinin en katlanılabilir yanı giriş kat. Evden çıkar çıkmaz umut getirdiğini hayal ettiğim ama yüz ifadesinden öyle olmadığı anlaşılan kağıttan uçağın yanına vardım. Ben de babamın faturalarını uçak yapardım, yani babam öyle der idi. Biz binanın 5. katında oturduğumuz için balkondan atınca gidip almak da kolay olmazdı. Hülasa yine geçmişe giden bir zihin ile beraber, kağıttan uçakla göz göze geldik. Mahcup bir halde baktı bana. Mahcubiyetine aldırmadan, biraz da gönül almak istercesine “Beyim hoşgeldiniz, soluklanmak için mi geldiniz yoksa takatınız mı kesildi” diye sordum. Yani mecburi iniş mi diyememenin daha kibarcasını sormaya çalıştım yüzünden yorgunluk akan kağıt uçağa.
Mecalsiz halini sokak arasında esen bir rüzgar hareketlendirdi. Bir an canlanacak gibi sandım ama o kadar yorgundu ki, kanatlarını yere bırakışı “durun az daha yatayım şöyle ben toparlarım” der gibiydi. Biraz konuşarak ilgisini dağıtma girişiminde bulundum. Hep uygulanan taktiktir ya kesin tutar, herkesin pek iyi bildiği iş nihayetinde. Asıl derdi dinlemeden dinler gibi yapıp “Ee patatesler nasıl, çuvalı kaça aldınız” demek. Benim konuyu dağıtma çabam bu kadar saçma olmasa da can yaktığı kesindi galiba.
Sığamadın değil mi bir yere, ne yere ne göğe. Koca dünyada bir yer bulamadım değil mi? Sevenin mi kalmadı? Gerçi sevenin olsa fırlatmazlardı seni göğe, benimki de soru işte. Peşinden gelen de olmadığına göre biraz terkedilme var sanırım. Olsun be beyim, ben de senden halliceyim. Ben de koca dünyada sığacak bir yer bulamadım. Uçsam uçamıyorum, konsam konamıyorum. Son bir hamle senin usul birisinin beni de fırlatıp, konduğum yere bakmaksızın beni orada bırakması lazım.
Ben de öyle çok sevildiğimi hatırlamıyorum. Bir kaç köşe taşı haricinde hayatımın her bir zerresinde sevgisizlik, samimiyetsizlik var. Çok konuşuyorum belki de ondandır. Böyle olunca da yer sevgisiz, gök samimiyetsiz oluyor. Bak sana bile ne çok konuştum.
Zaten hassassın aman dikkat edeyim de kırılmayasın. Şöyle, şu köşeye tam da manzaraya doğru koymalıyım seni. Masa biraz kirli ama idare et lütfen. İçerisi daha kalabalık. Bu masa yol kenarında kaldırımı işgal ediyor ama alışılagelen kültür ne yapalım. Dur ben de kaldırım taşlarının köşesine çekeyim Diyarbakır usulü iskemleyi. Senin göklerde süzüldüğün manzara gibi değildir ama burası da giriş ve birinci kat manzaralı.
– Ahmet bey kardeşim bize iki çay getirir misin rica etsem?
dedi çay ocağının genç, muktedir bir o kadar da hude olan kalfasına.
Elindeki ince belli bir bardak çayı masaya bırakırken
– Hoşgeldin feylesof Aziz ağabey.
– Ahmet bey kardeşim, lütfen bırakınız lakırdıyı ve bana feylesof demeyi. Bir kere ben psikoloğum. Tamam bir Freud değilim. Ama ben de her konuyu egoya bağlıyorum. Ve hatta egonun yarattığı samimiyetsiz ilişkileri ve onların doğurduğu sevgisiz çocukları her dem anıyorum. Tabelam yok benim ama olsa idi bakınız şurası sizin dükkana kadar sıra olurdu. Siz de sıradakilere çay satardınız. Şimdi istirham ediyorum işinizi düzgün ve ciddiyetle yapınız ve lütfen iki çay istenilen masaya bir bardak çayla gelmeyiniz.
– Aziz abi Allah aşkına artık şu yolda bulduğun uçakla, oyuncakla gelme dükkana. Hadi geliyorsun bir de çay söylüyorsun. Abi içmiyorlar, içmiyorlar! Bak kağıt parçası masada duruyor, ses vermiyor, canı yok canı Aziz abi neyi anlamıyorsun? Sen sıyıracaksın iyice valla!
– Densizlik etmeyiniz lütfen. Bu ukala tavrınız ile işiniz gücünüz lafügüzaf. Siz bu masada duranın ne olduğunu, neden rengi solgun olduğunu biliyor musunuz? Bir ağaç iken hangi merhalelerden geçti de bugüne ulaştı ve sizin gibi bir densizin eline düçar oldu bilginiz var mı? Onu eline alıp da uzaklara atan bir aklı evvelin de sizin gibi bilgisi yoktu ki ardından bile bakmadı. Hem ben çay içmediğini bilmiyor muyum? Yahu içmese bile bunca yolun hatırı var, bu ne hatır gönül bilmezliktir böyle! İçmiyor diye ikramda mı edilmez? Bu nasıl bir aymazlıktır!
Kalk beyim kalk, buradan da gidelim. Zaten bunca sevgisizliğin, samimiyetsizliğin içinde ben çoktan gitmişim de vicdani sorumluluklarım var, bir kanadı kırık uçağın dahi hatırını sorarım diye avutuyorum kendimi. Yoksa ruhum çoktan taşındı dağın tepesindeki kulübesine de leşini bıraktı burada. Vicdan ile ruh arasında gidip gelmekteyim işte.
Kalk beyim kalk, buradan da gidelim, belki halden anlayan, hatır soran bir saki buluruz.