Paylaş

Gözü her ne olursa olsun açılmayan bir adamdım ben. Bu bendeki göz verilen işleri görmekten öte gidemedi birgün. Fiziken bir gözüm var ve ben onunla görmem gereken kadarını, neleri görmem gerektiği direktiflerini alarak yaşadım. Zor değildi bu yaşam hem de gayet konforlu. Sana sürekli ne yapman gerektiğini söyleyenler var ve yorulmuyordun, düşünmene de gerek kalmıyordu. Yani bu düşünce ben henüz gözlerim açılmadı kabul ederken vardı. Gözümün gördüğü tek yer köyüm bile değildi belki. Ev, evin önü, evde bakmakla yükümlü olduğum kardeşlerim ve tarlalarımız. Doğduğum ve yaşadığım yerin bir köy değil aslında kasaba olduğunu bile çok sonra anladım ben. 

Her gün belli başlı rutinlerimiz vardı ailecek. Sabah namazından önce kalkılır, tarlaya gidilir, sıklıkla uğraşı sarfettiğimiz iş olan tütünün ekim zamanıysa ekimi, çapa zamanıysa çapası ya da toplanma zamanıysa da toplanması yapılır. Annem süt sağar, dolan kapları alıp içeri taşımam için ahırdan bana bağırır. En işsiz kaldığımız dönemde babam beni amcalarımın yanına koyup dağa gönderir odun toplamayı öğrensin diye. Hâsılı bu tütün işi zaten günümüzü hatta ömrümüzü alıp götüren bir işti. Bu işin yanındaysa bir sürü iş de olmaktaydı. Bugün hiçbir iş yok mu ha işte o zaman elime bir çalı süpürgesi yapıştırılır. Evin önü hatta amcalarımın evlerinin önü süpürttürülürdü. Bir gün aşağıda oturan amcamın evinin önünü süpürürken bir bacağı olmayan nenem evin kapısının önünde oturmaktayken demirlerden tutup zorla ayağa kalktı, elindeki bastonu demirlere sertçe vura vura babama bağırdı. “Ulan ebleh ismet, zalım ismet bu çocuğa çok zulmediyorsun. Bak Allah seni mahveder. Şuncacık çocuğa revamıdır bu yaptıkların koca herif gibi çalıştırıyorsun uşağı.” O gün gözüme bir şey oldu böyle açılma desen değil perde kalktı desen değil, çalı süpürgesinden kalkan tozların gözüme kaçması diyebildiğim. Manasız gelen bir yaş bastı gözlerimi. Henüz 10 yaşında olarak hep nenemin neden bizde değil de amcamlarda kaldığını düşünürdüm. Bana pek bir ilgiliydi. Beni görünce yanına çağırır. Kesik olan bacağının üzerine oturtur ve mutlaka kuşağından bir şeker çıkarırdı. Ve sonrası çocukluğumun en tatlı anları dediğim dakikalar başlardı. Gara oğlum diye severdi beni. Beraber evin önünden akan arka bakar mutlaka yediği çerezlerden bana tattırır, kulağıma da “canın sıkıldıkça gene gel emi” diye tembih ederdi. Ben bu tembihlerden pek bir şey anlamasam da gönlümde bir yerleri onardığını, aktığını bile fark etmediğim henüz yeni kanamaya başlamış bir yarayı onun fark ettiğini ve kendince pansuman yapmaya çalıştığını çok sonra anladım. Ama henüz çok küçükken içimden geçen tek duygu onun dizinden inmek istemiyordum. Hadi ineceksem de amcam geldiğinde onun yanında çay içmek için ineyim diyordum. O zamanlar anlam veremediğim bir eve gitmeme arzusu vardı. Ancak bu arzu yukarıdan annem ya da babamın avaz avaz “Ahmet, Ahmeeet” diyerek bağırmaları ile son bulurdu. Ne olduğunu bilemez bir halde ninemin kucağından aşağı zıplamış, ninemin “dur oğlum yavaş” söylemleri de duymadan haldır huldur koşmaya başlardım. 

Hep eksik kaldı. Hayalim, çocukluk arzularım, oyunlarım… yaptığım işleri hep eksikleri bulup giderme haline dönüştürdüm. Evin önünü süpürüyorsam muhtemelen ben evcilik oynuyorum ve evin babasıyım. “Şimdi evin önünü süpürelim bakalım” derdim. Ahır temizlerken, süt taşırken sütçü olurdum, sessizce “Süütçüü” diye bağıranından. Oduna dağa giderken oduncu olur, tütün kırmaya giderken de ziraatçi ya da eksper olurdum. Böyle zevkli olurdu. 

Benden küçük dört kardeşim daha var. Bana en yakını kız, gerisi erkek. Onlara ise ne zaman bakmaya başladım hatırlamıyorum bile. Yemekleri yani çorbaları, alt değişimleri de hep bendeydi. O naylon muşambalara sarılı popolarını ben yıkar, kirli muşambayı da yıkar yeni kıyafet giydirir onları da hazır hale getirirdim. Bu durumu nasıl oyun haline çevirdiğimi hatırlamıyorum. Evcilik desem çocuk bakmak kadının işi gördüğüm için bana uymuyordu. Ne tuhaf oyunda bile zihnime uymayan işi gerçekte ben yapıyordum. Oyuna uyduramadığım bu sahnede sanki annemin işi bana yıkması benim değil de kardeşlerim adına zoruma gidiyordu. Onları annesiz kalıyor hissediyordum. E eksik kalan bir yön farkettiğim zaman bu tarafı tamamlamam gerekiyor. Oyundan değil bu sefer onlar eksik kalmasınlar düşüncesiyle anneden doğan eksikliği ben kapatmaya, daha çok sarılarak, saçlarını tarayarak, kendimce türkü mırıldanarak kapattım ya da çalıştım. Her kapatmada bendeki yara daha da büyüdü. Okula gittiğimde, okul saatinde evde olup evin işlerini, babamın işlerini görebilirim dedim ve bana okul zamandan israf işe yaramama geldi. Bir gün bizim sokaktaki caminin imamı eve geldi. Babamla konuşurlarken ben evin asma merdiveninde duydum konuşulanları. Hoca; “Ahmetin sesi çok güzel ismet ağabey, bak etme eğleme ahmeti medreseye gönderelim. Ben yardımcı olurum oradaki hocalara söylerim. sorun yaşamaz” dediyse de ikna edemedi babamı. Onun gözünde bir iş yapan adam evden gidecek o kadar angaryayı kim yapacakmış. Öyle ya hakkı da vardı. Fenerin başında dönüp duran sinekler gibi sürekli işin, işlerin başında dönüp duran ben önemli bir kayıp olurdum babam için.

İki üç sene içerisinde bu baskılar arttı. Ve babam hem baskıya dayanamayıp hem de evde bir boğaz eksilir düşüncesi ile beni az ilerideki ilçede bulunan medreseye gönderdi konuşulanları duymuştum, öyle anlattı anama. Ben de adam koca evi görüyor haklı diyerek kendime bir inanç alanı oluşturdum. 12-13 yaşlarında anadan ayrılma, büyüdüğüm yerden ayrılma düşünceleri falan dersen de en çok babamın beni gözden çıkarmış olması harap etmişti. Zira tek tutar dalım işimdi ya da işime tutundum tutar dalım olsun diye. Ben iyi iş yapar, kimsenin yapamadığını yapar hatta tüm kardeşlerimin yaptığı bir yana benim işim bir yana derdim. İş de artık tutar dal olmadığına göre salıverildik yazuya doğru. Azatlı yani bir nevi. 2-3 ay hiç gitmedim köye. Ne haldeler, işler nasıl, bütün onca iş ile çıkışabiliyorlar mı? Diye sorular içinde yüzerken bir kaç gün köye kaçmak geldi aklıma. Bütün arkadaşlarım yapıyorlardı. Ben de yapsam birşey olmaz ne olabilir ki diyerek kendimi iyice motive edip cuma akşama hazırladım. Cuma namazdan sonra yemekler yenip serbest zaman geldiğinde ben bahçe gezisi yapar gibi ana nizamiyenin oralarda volta atarken kıyın kıyın kapıya yanaşıp ordan pırr dışarıya hemen ilk bulduğum sofular arabasına atladığım gibi yola koyuldum. Bitmek bilmeyen heyecan, sokaktaki karşılaşacağım görüntü, babamın sopayı, baltayı atıp bana kollarını açıp aslanım diye seslenmesi, mahallenin “a gözün aydın ismet ahmedin gelmiş” söylemleri, anamın içeriden vaveylası hayalleri ile geçti bir saatlik yol. Köy içinde indim minibüsten afedersin doktor kızım öyle bir halim var ki, böyle kahvelerin önünden kıç ata ata eve doğru gittim. Tabi bu mesafe yürüme 10 dakika falan. Sokağa yukarı taraftan büyük amcamların evinin oradan girdim. Babam evin önünde mutfak camına nazır amcamla benim yaptığım seyvanda oturuyordu. Ağzında kendi sardığı tütün, dumanından sağ gözü kısık, hafif kirli sakalı, bacağını bacağının üzerine atmış kafasında siyah kasketi amcama hararetli birşeyler anlatıyordu. Önce Memet amcam gördü beni. Bana bakıp “Aha” dediğini duydum. Babam o sesle ayağa kalktı. “Senin ne işin var lan burada dürzü” dedikten sonra sağ kulağımın altına boyun karışık tokadı hatırlıyorum. İsmail emmim almış evine götürmüş beni Nenem başımda “şekerin düşmüş a guzum” deyu şerbet içmeğe zorluyordu beni. İsmail emmim hararet düştükten sonra beni eve götürdü ve “Ulan ismet neyse ney, bırak şimdi gavurluğu da çocuğu al zaten 2 gün izinliymiş. şurda anasının yanında 2 gün yemeklerini neyi güzelce yeyiversin pazartesi günü ben götürürüm.” Zorla beni eve soktuktan sonra bende salakça böyle eve kabul edilmiş olmanın mutluluğu vardı. Dedim ya doktor kızım Gözü her ne olursa olsun açılmayan bir adamdım ben. İki günüm berbat geçti tek hatırladığım bu. Bir de benim babama yaranma çabalarım. Bir problem var belli ve bunun kaynağı da benim. O sebeple çözüm de ancak bendedir. Ama babam hiç oralı olmadı. Annem kendi telaşesinde, kardeşlerim her biri farklı tonda çalmaya devam ediyorlardı. Meğer çok da bir şey eksilmemiş evden de ben sadece çok fazla değer katmışım gitmeme ve evde olmamama.

Pazartesi İsmail emmimin arabasını alıp babam götürmeye kalktı beni medreseye. İsmail emmim “Yav yok oğlum ben götürürüm” dese de babam kafasına koymuş bir plan belli. Beni attı arabaya doğru ilçeye medresenin kapısında buldum kendimi. Başmuallim vardı o dönemlerde ismi de Hayrullah. Hayrullah hoca denilince dizde bağ falan kalmaz poyraz yemiş söğüt ağacı gibi sallanırdık. direk onun yanına çıkardı beni. Ben artık yıkılmıştım. O kısacık olan ömrüm gözümün önünde ve sığınacak bir paça bile bulamıyordum. Babam Hayrullah hocanın odasına bir çırpıda girdi ve beni masasına doğru yere attıktan sonra. “Haberin var mı Hayrullah hoca, bu zibidi kaçmış ve iki gündür bizim evde yatıyor?” Hayrullah hoca hiç bozuntuya vermeden “Olur böyle İsmet ağa gençlik, çocukluk… olur böyle ben hallederim. Cezasını da keserim, haydi sen şimdi sakinleş ve var git evine.” Deyince babam “Yok hoca yok, sen halletme ben hallederim. Bir ders vereyim de ibret olsun dedi. Kapıda onca gürültüyü duyan hocalarım, derslikten arkadaşlarım ve aşçı mahmut emmi (Bana çorbaları azıcık fazla veren gece karnın kıyılırsa gel diyen emmim) hepsi içeriyi izliyordu. Onların gözünün önünde okkalı bir tokatla beni hocanın masasına doğru fırlattı. Sanırım masanın üst ucuna gelmiş kafam, öylece kafamdan kan akarken izledim babamın odadan çıkışını. Kalkmak istedim ama kalkamadım. Babam yatay bir halde çıktı gözlerimin önünden.

Yazar, çizer, fotoğraf çeker. Çayı sever, evli, bir kız ve bir oğul babası.

Yorum yap