Paylaş

Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? diye bir soru vardı bir zamanlar.

Bu sorunun tarihi serüvenini de aslında tahmin edebiliyorum. Yaşantı sonucu oluşan bilgelik ile kütüphanelerde, rahle başında, mum ışığı karanlık bir odada yazılı metinlerle geçen bir ömür sonucu elde edilen bilgeliğin rekabetidir aslında. Fakat bu rekabet bilgeler arasında değil; takipçi ve taraftarlar arasındaydı. Büyük ihtimalle bu sorunun cevabı bir zamanlar “çok gezen/yaşayan/gören” idi. Ne var ki, günümüzde bilgi ile okumanın birlikteliği rekabet tanımaz haldedir.

Burada bilgi ile bilgelik, âlim ile arif, ilim ile irfan gibi bir konuya girmeye çalışmayacağım tabi ki. Farkındayım, bu tartışma bizi tarihi değerlerimize ve medeniyet kodlarımıza doğru götürecektir ve bir nebze de olsa bağlılıklarımıza dair duygularımızı okşayacaktır da. Ancak maksadım bu değildir, yeterliliğim de yoktur.

Belirttiğim gibi, bir zamanlar görmüş-geçirmiş olmanın bir anlamı, karşılığı ve değeri vardı. Bilgeliğin, irfanın kaynağı yaşamın kendisi idi. Daha başka bir ifade ile “yaşamın” referansı, beslenme alanı yine yaşamın kendisi idi. Yani deneyim idi. Pratik yaşam ile ilgili organizasyonlar kendilerini deneyime, bilge insanlara dayandırırdı. Yani onlardan beslenirlerdi.

Devlet organizasyonları, savaşlar, ticaret, ekonomi, küçük ölçekli yönetim faaliyetleri, zanaat vb. hemen hepsi deneyime, görmüş geçirmiş bir kişiye/bilgeye/ustaya dayanma ihtiyacı hissederdi.

Din/dinler/inançlar da bundan azade olamamışlardır.

Taklidi iman/tahkiki iman tartışmaları çok eskiye dayanmaz. Yakın zamanlar bu tartışmaların şahitliğinde bulundu. Tahkiki iman söylemi her ne kadar kendisini ilme, kişilerden kurtulmaya, nassa, bilgiye dayandırmaya çabalasa da bu çabanın asıl maksadı ilmin/bilginin kendisine ulaşmak değildir; Peygamber (a.s.) ile aralarında bulunan uzun zincirin halkalarını kısaltmaktır.

Dolayısı ile şahsi görüşüm o ki din, özünde bilgiye/yazıya/ilme değil Peygambere (a.s.) dayanmaktadır.

Okuyucunun anakronizme düşmesini istemem. Günümüzde bizler din derken aklımıza Mushaf, hadisler, rivayetler, yazılı metinler gelse de Risalet anında din demek Peygamberin (a.s.) ağzından dökülenler ve gündelik hayatında yaptıkları idi.

Allah sevilir, Allahtan korkulur, Allah’a iman edilir, Allah’ın emirlerine itaat edilir ve fakat Allah’a “uy”ulmaz. Allah’ın istediği yapılır ve fakat “Allah bunu nasıl yapardı?” denilemez. Peygambere uyulur ve Peygamberin yaptığı gibi yapılır.

Bunun böyle olmasının; daha doğru bir ifade ile böyle olduğunu iddia etmemin nedeni de basit ve sadedir:

Din, tevhittir.

Tevhit, inançta şirkten uzak olmaktır.

Tevhit, amelde ise Peygamberin amel ettiği gibi amel etmektir. Birlik olmaktır.

Medine’de yaşadığınızı hayal edin. Bir sahabenin, “Peygamber (a.s.) namazda ellerini bağlıyor ve fakat ben bağlamak istemiyorum”, desin. Ya da “ben savaşa, insan öldürmeye, köle-cariye almaya karşıyım, bunlar hiç insani eylemler değildir; cihada katılmayı reddediyorum. Vicdani red hakkımı kullanıyorum.” desin.

Din, Allah’ın (c.c.) ipine sımsıkı sarılmaktır.

Din, Peygambere itaat etmektir.

Din ulul-emre itaat etmektir.

Din, cemaat ile birlikte olmaktır.

Din, Medine kardeşliğidir.

Din, yardımlaşmaktır. Paylaşmaktır. Muhabbettir.

Din, güvenmektir.

Din, uhuvvettir.

Din tevhittir.

Dinin böyle olduğunu ve böyle olması gerektiğini okuyarak anlayamazsınız/ anlayamayız. 610 yılında Mekke’de ve 622 yılında Medine’de yaşamış olsaydık ancak anlayabilirdik.

İşte o zaman tevhit için neden Hz. Muhammed’e (s.a.v) muhtaç olduğumuzu ve onun vefatının hemen sonrasında tefrikanın neden baş gösterdiğini anlardık.

Çünkü tarih boyunca din hep pratik hayatın kendisine ve o pratik yaşamın merkezinde bulunan Peygambere dayanmıştır.

Klasik ve bence primitif bakış açısı zanneder ki, bir sonraki din (vahiy) hep önceki vahyin metni tahrif edildiği için gelmiştir. Sanki o dönemlerde insanlar ellerinde Mushaflar ile dolaşıyorlardı ve soruların cevaplarını/sorunların çözümlerini bu Mushaflarda arıyorlardı.

Sorun hep basitti: Onları bir arada tutmayı başaran şahsiyet/Peygamber ortadan kaybolduğunda tespih taneleri gibi darmadağın oluyorlardı. Hz. Musa Tur dağına gittiğinde ve Hz. Muhammed vefat ettiğinde olanlar ortadadır. O Peygamberlerden (Allah’ın Selamı hepsinin üzerine olsun) sonra ne taş levhalar ve ne de Kur’an ayetleri tek başına yeterli oldu…

Çünkü yaşamları yine “pratik yaşamın” kendisine dayanıyordu.

İslam vahyi, son vahiy olması hasebi ile seviyeyi bir üste taşıdı ve diğer vahiylerin başına gelen soruna çözüm buldu. Vahiy/Kur’an Mushaf haline getirildi. İster Peygamber hayatta iken veya ister vefatından sonra yapılsın; fark etmiyor. Fakat buna rağmen İslam da yine Peygamber (a.s.) döneminde pratik yaşama dayanıyordu.

Yani hiçbir sahabe şöyle demedi: “Ey Allah’ın Resulü, sen içki haram diyorsun, fakat Allah-ü Teâlâ Bakara Suresi 219. Ayette şöyle şöyle diyor.”

Belki de bize komik gelebilecek bu durumların hepsi Peygamberin vefatından sonra bilginin/ilmin yazıya dayanmaya başlaması ile birlikte yaşanmaya başladı.

Anlatmaya çalıştığım şey şu ki Din, Peygamberin şahsında pratik yaşama dayanıyordu. Yani Din, Tevhidi ve yaşamın şekillendirilmesi işlevini yine “pratik yaşama” dayanarak hallediyordu. Denklem bunun üzerine kurulmuştu tüm tarih boyunca.

Denklemin bozulmasının ilk noktası Peygamberin (s.a.v) vefat etmesi olmuştur. Tarih buna şahittir.

İkinci adımı ise bilgi yazıya ve din de bilgiye dayandı.

Belli bir aşamadan sonra insanlar dinlerini bilginlerden öğrenmeye/onları taklit etmeye devam etseler de; bilginler bilgilerini yazılı kaynaklardan almaya başladılar.

Yani dinin serüveninde de çok gezen değil çok okuyan bilmeye başladı.

Dinde gördüğümüz ihtilafların kökeninde bu sürecin etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum.

Eser sahipleri “benim bu yazdıklarım dindir” de deseler veya  “benim bu yazdıklarım dinden anladıklarımdır” da deseler fark etmez; sonuç yine ihtilaf olur/olmuştur.

Bilginin yazıya ve dinin de bilgiye dayanması tevhidi salt bir duygusal/içsel alanda kalmaya zorladı.

Dinin/dinlerin/inançların günümüzde bu denli sorun yaşamasının denklemini özü itibari ile şöyle kuruyorum:

Modern dünya/hayat dinin/dinlerin gündelik pratik yaşama dayanmasına ve pratik yaşama etkide bulunmasına alan bırakmadı. Bu durum dini hayatı pratik hayattan mahrum bıraktı. Hâlbuki özü itibari ile din hayattan besleniyordu ve hayatı besliyordu. Pratik örnekliğe dayalı bir yapısı vardı.

İkinci sorun da yazı/bilgi/düşünce özü itibari ile ihtilafı, parçalamayı, tefrikayı, farklı olmayı doğurur ve hatta besler. Ve bundan da beslenir.

Yazımız özelinde İslam da şu anda bu sorunu yaşamaktadır. İnsanlar dinlerini yazılardan, bilgiye ve düşünceye dayanarak öğrenmeye başladılar. Pratik yaşamdan da mahrum kalması neticesinde insanları bir araya toplayabilme, sorunlara çözüm üretebilme, hayata kaynaklık edebilme, uluslararası ve küresel sorunlara çözüm olma yeteneği kalmadı.

Bizlerin sorun olarak gördüğü bu durum sadece dine/inanca ait bir sorun değildir. Günümüzde artık “bilgi” deneyime/görgüye dayanmamaktadır. Bilginin edinme yolu yazılı kaynaklar/akademidir. Bilgi-Bilge-Deneyim arasında meydana gelen bu kopukluk en çok inançlara darbe vurdu.

Dolayısı ile Müslüman fikir adamları/önderler/hocalar dini konularda derinlik ve geniş bir bakış açısı kazansalar bile insanları bir araya toplayabilme ve pratik yaşamlarını etkileyebilme gücünü elde edemeyeceklerdir.

Bu konuda mezhepler tarihi, kelami fırkalar tarihi okumak tarihsel süreci görmek için yeterlidir.

Günümüzde ise Filistin meselesine bakmak da aynı şekilde yeterli bakış açısı sağlayacaktır. Katledilen o on binlerce insan için inanç etrafında bir araya gelmek ve etki gücü yaratmayı düşünmek; bunun üzerine planlar yapmak bu nedenle hep akamete uğradı/uğrayacaktır.

Bireysel düzlemde konuya Müslüman kardeşimin zulme ve katle uğraması anlamında bakabiliriz. Fakat orada yaşanan sorun köyümdeki amcaoğlumun köyün gariban çobanına zulüm etmesi değil ki konuya ahlaki ve vicdani bir zaviyeden bakalım.

Müslümanlar bile “İslam” etrafında birlik olamıyorken tüm kesimleri “Müslüman halk zulme uğruyor” söylemi etrafında nasıl bir araya getirme planları yapabiliriz. Burada daha küresel tarzlara ve söylemlere ihtiyaç duyulmaktadır.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

2 thoughts on “Din-Bilgi-Yazı Denklemi

  • 8 Aralık 2023 tarihinde, saat 20:57
    Permalink

    Sayın Kurt ,
    Yazınızdan çok faydalandım.
    Ancak kendimizi suçlu hissetmek dogru degil bence.
    Peygamberimiz son peygamberdi ve öldü.Bu Allah ”ın takdiriydi.Vahye,bilgiye sarılmak degerli bir tercihti,başka secenek yoktu.Vahyi bilmeden arkasından gidebileceğiniz tek kisi Allah in peygamberi olabilir.
    Bin Ladin degil mesela.
    Yani biz yanlis-haksiz bir yerden başlamıyoruz yola.
    Belirttiğiniz gibi ayrışmak degil birleşmek hedefiyle …

    Yanıtla
    • 14 Aralık 2023 tarihinde, saat 15:04
      Permalink

      Katkınız ve düşünceleriniz için teşekkür ederim. Birleşme ve birleştirmek duası ile

      Yanıtla

Yorum yap