Paylaş

Hepimizin hayatında inandığı birtakım doğruları vardır. Hatta bu doğrulara inancımız öylesine büyüktür ki her biri hayatımızın biricik, yegâne hakikati oluverirler. Biricik hakikatlerimize hayatımızın her alanında rastlamak mümkün. Mesela Ayşe Teyze için bulaşık yıkarken ilk önce kaşıklardan başlanılması da Ahmet Amca’nın tuttuğu siyasi partinin bütün tutumları da Mert’in uğruna her gün babasıyla çatıştığı çeşitli hak ve özgürlükler savunuları da bahsi geçen bireyler için hakikatin ta kendisidir. Her birinin hakikati öylesine biricik ve kuvvetlidir ki kimse bir an olsun yanılgı payını düşünmez. Öylesine şurada misalini verdiğimiz hakikat kabulleri ve benzerlerinin esasında buluştukları ortak bir nokta vardır. Bu ortak nokta, hakikatin ölçüsünün çokluğa dayandırılmasıdır. Algı yönetimi ve manipülasyonun şiddetini artırdığı çağımızda insan olma vasfımızı zamanla yitirerek karşımıza çıkan olguları ne yazık ki “çokluk” üzerinden değerlendiriyoruz. Bir şey ne kadar savunuluyorsa o kadar doğru, ne kadar beğeni almışsa o kadar güzel, ne kadar talep ediliyorsa o kadar iyi ve kaliteli oluyor. Sahi gerçekten böyle mi? Çokluk her zaman doğruluk, güzellik ve iyilikle paralel mi olmuştur? Bu soruların cevaplarını siz kıymetli okurların takdirine bırakıp mevzu bahis mesele hakkında biraz daha yakınmak istiyorum. Yakınmak diyorum zira hakikat tekelciliği ve temsilciliği her geçen gün hayatımızı, irademizi, düşünüş biçimimizi istila ediyor. Yığınların ardında nedensiz ve nasılsız bir koşuşturma içinde buluveriyoruz kendimizi. Öyle ya, “O kadar insan bilmiyor da bir tek sen mi biliyorsun?!” Peki, ya bilen bir tek bensem? Herkesin karanlıklar içerisinde oturduğu bir zamanda elimde meşale tuttum diye neden hakikatten kopmuş olayım? Bizleri adeta komutlandırılmış birer robota çeviren bu hakikat algısına ve bu algının tesiriyle getirdiğimiz itirazlara biraz da Kur’an penceresinden bakalım. Kur’an, çoklukla övünme vasfını Tekasür Suresi’nde müşriklere yüklemektedir.[1] Müşriklerin hakikatin aydınlığına çağıran Allah’ın Resul’üne karşı çıkarken tutundukları dallardan birisi de çokluk övgüsüydü. Ne de olsa karşılarındaki kişi garip, kimsesiz, yetim birisiydi. Ne kadar “çok” mal sahibiyseler o kadar itibarlı, ne kadar kalabalık bir aileye sahipseler o kadar soyluydular. Çokluğun olmadığı yerde doğruluktan, hakikatten bahsetmek mümkün değildi. Müşriklerin zihnindeki çokluk-hakikat ilişkisini ve Kur’an’ın bu ilişkiyi nasıl ele aldığını biraz daha detaylandırmak istiyorum. Yeryüzünden ifsadı kaldırmak, karanlıkları aydınlatmak üzere nice resuller gönderilmiştir. Her birinin ortak çağrısı ise tevhit üzere olmuştur. Her ne kadar farklı kavimlere gönderilmiş olsalar da karşılaştıkları ithamlar, gördükleri zulümler birbirinin aynısı olmuştur. Bütün nebilerin getirdikleri hakikatlere karşılık olarak karşılaşmış olduğu en büyük itiraz çokluktaki hakikat yanılgısıydı. Atalarından, etraflarından ne görmüşseler doğrunun ve hakikatin kaynağı olarak onu biliyorlardı.

  • Hud Suresi, 62. ayet: Dediler ki: “Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.”

Ayette de görüldüğü üzere onlar için Salih a.s.’ı hakikatten, iyilikten ve doğruluktan ayıran şey Salih as’ın atalarından ayrılmış olmasaydı. Atalardan ayrılma korkusu sadece Salih a.s.’ın kavmine mahsus da değildi. Şuayb a.s., İbrahim a.s., Musa a.s. ve diğer nebiler de davetleri karşısında aynı korku ile yüzleşmişlerdir. Hepsi de davetleri esnasında bulundukları toplumdan farklı bir şey söylemiş olmanın bedelini ödemişlerdir. Bizlere yol göstermek, nur olmak için gelen Kitap ise müşriklerin bu tutumunu eleştirmektedir.

  • Araf Suresi, 28. ayet: Onlar, ‘çirkin bir hayasızlık’ işlediklerinde: “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti” derler. De ki: “Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayasızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?”
  • Mü’minun Suresi, 24. ayet: Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: “Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.”
  • Lokman Suresi, 21. ayet: Onlara; “Allah’ın indirdiklerine uyun” denildiğinde, derler ki; “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.” Şayet şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı (buna uyacaklar)?
  • Şuara Suresi, 74. ayet: “Hayır” dediler. “Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk.”

Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere Kur’an, çokluğa dayandırılan hakikat kıstasını doğru kabul etmemektedir. Hakikat kıstasını çokluğa dayandıranların sonu ise helakten başkası olmamıştır. Peki hiç sorgulamadan, düşünmeden, konfor alanın dışına çıkmadan; sırf çokluğun içinde bir nefes daha olabilmek adına yaptığımız eylemlerin, verdiğimiz kararların, yürüttüğümüz yargıların bizleri de aynı hazin sonuca götürmeyeceğinden emin miyiz? Kalabalıklar arasında yalnızlaştığımız, aynılaştığımız, hiçleştiğimiz şu zamanda hakikatin istikametinin çokluk olmadığını ne zaman idrak edeceğiz? Ve ne zaman kurtulacağız doğrularımızın en büyük düşmanı olan el-âlem prangalarından? İdraklerimize giydirilmiş bu deli gömleği hakikat yanılgısı ne zaman bırakacak yakamızı? Ne zaman yalnız ve tek olanın da yanında “hak” olabileceği ihtimali ile durabileceğiz? Hakikat kıstasımız ne zaman Hak olan olacak? Zayıf, yalnız ve az olanın her daim yenildiği çağımızda hakikatin temsilcileri olabilmemiz için bu soruları içtenlikle cevaplayabilmemiz gerekiyor. Belki de içten bir şekilde inanmamız… Zira nice azlar çoklara galip gelmiştir ve gelecektir.[2]

[1] (Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi ‘tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.’ 102/1

[2] Talut, askerleriyle yola çıkınca onlara: “Allah, sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Bir avuç kadar tatmakla yetinirse o bendendir.” dedi. Çok azı hariç, ondan doyasıya içtiler. O ve yanında yer alan inananlar, nehri geçince: “Bugün Calut’a ve askerlerine karşı savaşacak gücümüz kalmadı.” dediler. Allah’a kavuşacaklarına inananlar ise: “Nice az topluluklar, Allah’ın izni ile nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir.” dediler.

Tefsir talebesi | Arada yazar, canı sıkılınca çay içer.

Yorum yap