Çocuktum. Hep çocuk kalacağımı bilmediğim zaman dilimindeydim. Çevrem hep bağırarak konuşurdu ve bu onların bile isteye tercihiydi. Bağırdıkça alan, aldıkça bağıran bir gruptu bunlar. Çok bağırdıkları için artık uğultuyu alan sesleri çirkinlikten başka bir şey ifade etmiyordu. Bir kaç aklı selim arkadaşım vardı onlar da herkesin bağırarak konuştuğu bu ortamda konuşmamayı seçtiler. Anneleri konuşmaları için çok ısrar etse de konuşmadılar. Aslında konuşsalar bir Necip Fazıl gibi gürül gürül konuşacaklarını bildiğim kimselerdi bunlar.
Daracık evlerinde kendilerine kitap okuma alanı yapılan, portakal kabuğunu sobanın üzerine koyup kendilerine esans yaptıkları köşede, Sırpların Bosna’ya, Rusların Çeçenya’ya mezalim uyguladığı, içinde bulunduğum ülkenin ise her şeyden bihaber kendine sorun yaratıp sonra o sorunları ile yoğrulduğu jeopolitik bir konjonktürde dünyaya ultimatom veren kişilerdi bunlar, konuşmaktan kaçan. “Konuş evladım, anlat, açıl, dil insanın süsüdür. Konuşan insan rahatlar, hay gidi guzum” sözlerini her duydukça dilin ve anlatım kabiliyetinin ehemmiyeti içime çökmeye başlamıştı. Konuş diye ısrar edilen bu deryaların o “Necip” susmalarını ben devralacak ve haykıracaktım önce ülkeme sonra dünyaya.
Öyle de yaptım. Artık bir radyo programında çocuk konuktum. Akıl danışılan, konuşulmayanları konuşan, akranlarına mihmandar olacak ve belki onlara bir vizyon çizecek çocuk… Sessizliğin içinden gelip bağıra çağıra konuşanlara dilin bir süs olduğunu ve bunu kabiliyetinde kullandığında tesirli bir silah olduğunu anlatacaktım.
İlk programımda Fatiha ve sözler üzere konuşmak için konuk oldum radyoya. Güzel de gitti. Canlı telefon bağlantıları bile aldım, “Maşallah guzum” diyen kadınlar, “Ah benim çocuğum da sen gibi olsun” diyen ablalarla tanıştım. İkinci programa çıkamadım, 10 gün hasta yattım. Annem artık ölecek galiba diye doktora götürdü; ama ölmemişim. Bir sonraki programa daha ateş gibi çıkmam gerek diye düşünerek haftayaki programa hazırlanıyordum. Konu: Milli mücadele ve sınırlardı. En sevdiğim yer diyerek bir hafta çalıştım ve programa gittim. Besmele ile başladığımız program tarihi sınırlar ve modern ülkemizin tıkıldığı sınırlar ile devam etti. Konu milli mücadeleye geldiğinde Mustafa Kemal’in halkın değer yargılarına uygun davranmadığını, bir süreye kadar halka İslami yaklaştığını sonra gücü ele aldığında halkı ve inançlarını başından savdığını söyledim. Milli mücadele demek Mustafa Kemal demek değildir, isimsiz nice kahramanı es geçemezsiniz diye de sunucuyu azarladım. Sunucu özellikle soru sormaya başladıkça sinirim arttı. En son “Sen Mustafa Kemal’i sevmiyor musun kardeşim, bu ne konuşma böyle?” deyince benim şirazem kaydı. Demokratik rejimin ilk kurucularına ve onu savunan nice güruha öylece güzellemeler düzdükten sonra radyonun kapısını polisler basmış. Beni önce reji kumanda konsolunun altına soktular. Daha sonra yok yok burası uygun değil gel diyerek önce koca radyoda bir tur attırdıktan sonra mutfak tezgahının altına yerleştirdiler. Kap kacakla bir saat yaşadım. Onlar bana bir kez daha sistemi değiştirecek kadar güçlü değilsen sessiz kalmanın erdemini anlattılar. Anlamadım; ama anlattılar işte. Polis jopla heryere vura vura beni aradı bulamadı. Meğer bizim İslamcı radyonun radikal İslamcı çalışanlarının bana düzenlediği bir şakaymış bu. Yaşadıkları duygular uç olunca tepkileri, şakaları da uç oluyor elbet. Şaka olmasına şaka da ben bunu idrak edecek güçte değildim ve onlar da benim bu şakayı kaldıramayacağımı anlayacak kudrette değillerdi.
Hızlı bir şekilde radyodan çıktım eve gidene kadar 3 polis aracı gördüm. İkisini kolay atlattım ama sonuncuyu atlatmam biraz zor oldu, gitmediler bir türlü. Onlara yakalanmamak için evimin sokağının girişindeki çöp konteynırına saklandım. Bir saate yakın kaldığım konteynırdan gittiklerine emin olunca çıktım. En son gittiklerinde evimde beni bulamazlar düşüncesi ile doğru eve, evde de yatağa girdim ve anneme o kutlu sözü söyledim: “Beni örtünüz” dedim. Örttü; ama birşey değişmedi. “Anne daha çok ört beni!” dedim. “Ne oldu sana? Kalk abdest al, rahatlarsın.” deyince tekrar Allah’a sığınmak geldi aklıma. Dilime değil de Rab’bime sığınmak…