Paylaş

İlkokul üçüncü sınıfa başka bir okulda başlamıştım. Annem de babam da memurdu. Hatta bu yeni okul değişikliğim de babamın yüzünden olmuştu. Babamın müdür kadrosu alabilmesi için taşrada 2 yıl kalması gerekiyormuş. Biz de onunla sürüklendik peşinden. Annem ortaokullara derse giren bir coğrafya öğretmeniydi. Eli cetvellilerden.

Siz sapsarı bir coğrafya deyin durun, gerisini ben söyleyeyim. Kuş uçmaz kervan geçmez denecek kadar kötü değil elbette ama yağmura hasret yazları, diz boyunu geçen karları, ne kadar giyerseniz giyin soğuğun mutlaka girecek bir delik bulduğu kışları olan; kasabaya gidenle evrak, posta hatta pazarlıkların bile getirilip götürüldüğü bir yerdi yeni yerleştiğimiz yer. Ne için katlanıyorduk buna bilemiyordum, “müdür kadrosu” dedi annem, her ne kadar bana hitap etmese de. Ankara gibi bir yerde doğup büyümüşüm yeşil mi yeşil, arabaların vızır vızır aktığı, çarşı pazarı hemen aha şuracıkta olan bir yeri bırakıp ne demeye geldik; neyse zaten beni çok ilgilendirmiyor. Ha bu arada ben Deniz… Ankara Bahçelievler’de doğmuşum. Ankara’yı, sokaktaki arkadaşlarımı, okulumu, piyano öğretmenimi çok özlemiştim. Hatta bana İngilizce öğretmeye gelen buzdolabı Helena’yı bile özleyeceğim aklıma gelmezdi. Adıyla özdeş ateş gibiydi kadın. Hele bir dersine eksik çalış ya da soruyu bilemedin, aman Allah’ım, yandın ki ne yandın! İsimlerin etkisi var galiba insanların üzerinde. İlk üç ay ne yapsam unutamadım Ankara’yı. Zaten unutmak için yapabilecek bir şeyim de yoktu. Sokağa çıkıp top oynayan çocuklara da karışamıyordum. Sarışın ve beyaz tenli oluşum içinde bulunduğum yağız topraklara pek bir aykırı kalıyormuş. Annem ve babam memur olmasa ecnebi çocuğu diye atacaklardı köşeye. Hoş atmadılar ama içlerine de almadılar. Sokaktaki akranlarım üzerinde hep ecnebi olarak kaldım. Ruh halimle de fiziğimle de bir türlü alışamamıştım yeni yere. Sanki Ankara’ya dikilmiş zeytin ağacı gibiydim. Kurumadım ama meyvem de yoktu.

Sınıftaki üç ayımdan sonra bir gün sabah sınıfa girdiğimde derse başlamadan önce bir kız geldi. Yüzü toprağın rengi gibi kavruk, saçları bir ağacın gövdesi kadar kahvemsiydi. Tepeden ikiye ayrılıp itina ile örülmüş olan saçları omuzlarından aşağı inip önlüğün ön düğmelerinde kavuşuyorlardı. Dizlerinden aşağı kadar inen mavi önlüğü kar beyazı çorapları ve siyah kurdeleli kunduraları ışıl ışıldı. Soğuğun iliklerinizi bile dondurduğu bir bozkır kışında yaz güneşi gibi girmişti kapıdan. Kavruk ten güneş gibi doğar mı allasen demeyin. O anı görmeden anlayamazsınız. Öğretmen hanım: “Çocuklar, yeni sınıf arkadaşınız; ismi Ayşe” dedi.  Ne tuhaf bir isim, çevremde hiç duymadığım, ne anlama geldiğini bilmediğim bu isim de nereden çıktı diyecekken sınıfı aydınlatan bu güneşe artık Ayşe diye seslenecek olmam beni çok heyecanlandırdı. Güneşin de bir adı var artık “Ayşe”. “Herkes güneş desin ben Ayşe diyeceğim” diye kelime havsalama yeni terimler kazandırıyordum.

İşte o günden sonra bu acayip havası olan bozkırda ne kışları dondum, ne yazları yandım. Ayşe ısıtıyor, Ayşe serinletiyor, Ayşe esiyor, Ayşe, Ayşe, Ayşe… Tabi kendisi ile konuşmam öyle hemencecik olmadı. Kaç gün silgisiz gittim, kalemtıraşım kayboldu, hatta kalemsiz kaldığım bile oldu sırf onunla konuşacak birkaç saçma bahanem olsun diye. Hep aynı bahane olunca niyetim açık olacak diye bu sefer beslenmemi eksik götürmeye başladım. Bazen Ayşe yerine kitap kurdu desem mübalağa olmaz gerçekten. Teneffüslerde bile kitaplarla haşır neşir oluyordu. Ben de onunla aramda bir bağ oluşsun diye kitap okumaya işte tam o dönem başladım. Önce babamın kitaplarını götürmeye başladım. Walter, Hegel isimli kitaplarla hava atacağım derken kitaplara merakım işte o zaman perçinlendi. Daha sonra onu ve doğasını öğrenmek adına bozkır kitapları ve bozkır türküleri dinlemeye başladım. Doğu’nun aydınlığıyla tanıştığım ilk günler diyebilirim.

Annem beni sık sık tembihlerdi: “Sen buraların çocuğu değilsin, kimlerle oturup kalktığına dikkat et. Sen Ankara’da doğdun, bir şehirli gibi yaşa ve ona göre arkadaşların olsun.” der dururdu. Okulda top koşturduklarıma karışır, arkadaşların beslenmesinden yaptığım değiş tokuşa karışır, tarlada çalışanları izlememe bile karışırdı velhasılı. Ayşe’ye ilgili olduğumu fark etmiş. Kaymakam beyin odacısıydı Ayşe’nin babası. Bir gün Ayşe ile okuldan çıkınca yürüyerek Ayşe’yi evine bıraktığım günlerde Ayşe’nin annesi beni eve buyur etti. Benim de aradığım fırsat, belki diyaloğu bir nebze olsun ileri taşırım diye hevesle tamam dedim. Hamur kızartmış hem de içli. Tadı tarifsizdi yeminle. Anlatamam yani. Tabi eve geç kalınca babası beni elimden tutarak evime kadar götürdü. Kapıyı çalıp da anneme “Merhaba” bile diyemeden annem beni tuttuğu gibi salona doğru bir fırlattı. Ben acıyan yerlerim var diyemeden kapıdaki konuşmalara kulak kesildim. Annem adamın ne odacılığını bıraktı, ne köylülüğünü, ne de tipini kılığı. Ben onlarla bir olamazmışım. Bir daha beni gördükleri yerde dokunmasınlarmış. Öyle ağladım öyle ağladım ki. Ayşe’nin babasının yaşadığı hisleri muhtemelen ben de yaşadım. Yaptığın iyilikle öyle kalakalmak deyimi benim için buradan sonra inzal olmuştu. Sonrası ise klasik, dönemin anne oğul ilişkisi… Biraz patakladı, biraz nasihat, biraz da statüden bahsetti. Tek anladığım şey pataklanmaktı. Günlerce Ayşe’yi düşündüm, o yediğimiz kızartmayı, annesinin o anaç hallerini ve samimiyetini. Ve tabi babasının bizim evde uğradığı zulmü. Artık Ayşe’ye yaklaşamıyordum. Ne silgim kayıp oluyor, ne kalemtıraşım. Ne diyebilirdim ki yaşanan densizliğe… Ayşe ile bir kez daha konuşamadan sadece uzaktan izleyerek koca iki yıl geçirdim. Güneş sınıfa doğar benim sırayı teğet geçerdi. İsterdim ki şu açık tenim güneşte yansın da ben biraz yağız olayım. Ama güneş tenime yaklaşmadı bile. Ben ise güneşe yolculuk yapabilecek yaşta değildim henüz.

Mavi bir kamyona yükledi eşyaları okulun hademesi. Gidiyorduk artık. O beğenmediğim, sapsarı topraklar, kavruk insanlar ülkesi dediğim bu samimi insanlar memleketinden gidiyordum. Gitmek isteyip istememem sorulmayacak kadar önemsiz bir şekilde gidiyordum. “Bari Ayşe’lerin evin önünden geçelim” diyemedim, onlar da sormadılar, zaten “Görmek istediğin bir yer var mı?” diye. Uzaktan uzağa kafam camdan dışarıda “belki bir gün” iç sesi ile ayrıldım oradan. Önce sisi çöktü, sonra silüet kaldı, sonraysa uzaklığı.

Aklımdan hiç çıkmadan geçti onca yıllar. Babam Ankara’nın en gözde lisesi Ankara Lisesi’nin müdürü oldu. Annem ise Ankara üniversitesine geçti, doktor öğretim üyesi oldu. Ben de bu statü yoğunluğu içerisinde piyano çalmayı bilen, İngilizceyi bir İngiliz öğretmenden öğrenen, ama lise son sınıfta bile annesi tarafından okula arabayla bırakılan birisi olarak devam ettim hayatıma.

Üniversitede iyi puan getirdim. Arkeoloji hayalim var. Ayşe’den kalma desem yeridir. O da gazeteci olmayı istiyordu. Hem de savaş muhabiri. “Böylelikle Doğu’nun gün görmemiş dehlizlerine gazeteci olarak girebileceğim” derdi hep. Ben de arkeolog olarak o dehlizlerde olacaktım.  Babil, Sümer belki antik Mısır bile çalışırım. Oraların isimleri bile heyecanlandırıyor beni. Hele ki Ürdün, Petra. Aman Allah’ım coğrafyaya bak! Ama ben İngilizce tıp yazdım ve onu okudum. Heyecansız, özgüvensiz bilgi yüklü bir eşekten farkım yoktu. Yani hissettiğim bunlardı o dönem de. Ankara tıptan mezun olup sahaya başlayacağım zamanlardan birinde yine Ayşe geldi aklıma. Onun gelecek hayali gazeteci olmaktı. “Acaba olabildi mi?” diye düşündüm. Sonuçta onun şansı daha yüksek, benimkisi gibi bir annesi yok. Sadece mesleğini öğrensem merakı ile acaba Ayşe’ye nasıl ulaşabilirim telaşı yine düşmüştü içime. Beceremedim. 1 ay saha çalışması, 1 ay da ön hazırlık, 3. ay da Londra’ya gitmeme karar verdi annem. Bu benim eğitim hayatım için çok önemliymiş. Gık diyemeden Londra yolcusu oldum. Kendi kararlarımı veremesem de okuldaki akademik ortalamam iyi olduğu için uzmanlığımı “St. George’s, University of London” da yapmaya başladım. Radyoloji alanını seçmiştim, sebebini tam bilmemekle beraber belki fotoğraf ve görüntüleme tekniklerine ilgim var diye hissettim. Ama daha önemlisi radyoloji uzmanlığını almayı ben seçtim. İçine atıldığım kafeste ne zaman uyuyacağıma karar vermek kadar basit; ama bir o kadar da mutlu ediciydi bu.

Kızlı erkekli bir apartta kalıyordum. Aynı odada bir kız bir erkek bir de ben. Bu ilk zamanlar tuhaf gelmişti, sonra zamanla alışmaya başladım. Türkiye’de gördüğüm tıp derslerinden farklı olarak burada tıp tarihi, tıp sosyolojisi, tıp felsefesi dersleri çok ilgimi çekmişti hele ki bir dönem boyunca İbn Sina Tıbbını işlemek ayrı bir haz vermişti. Bir gün bu felsefe derslerinden birisinde yanıma bir kız oturdu. Yüksek yapıyormuş teoloji alanında. Selamlaştıktan ve biraz konuştuktan sonra ağzımdan anladı galiba “Yabancı mısın?” diye sordu. Ben de “Türküm” dedim. Önce baya güldü sonra: “Tamam tamam, ciddi olmam lazım” diyerek kendisini ciddileştirmeye çalıştı. Neden güldüğünü sorduğumda Türkiye üzerine çalıştığını, iki kez Türkiye’ye gittiğini, orada da İstanbul, Ankara, Mardin ve Diyarbakır’a gittiğini anlattı. “Tezin ne?” diye sordum: “Uluslararası İslam’ın Türkiye etkileri ve İslamofobi” deyince taşlar tastamam oturdu. “Bayağı iyi tanıyorsun o halde, tez başlığın bile benim ülkemin adı olduğuna göre” dedim. Pervasız bir şekilde: “Senden iyi tanırım” dedi. Bir kafeye geçtik, Türkiye’yi iyi tanıyan hanımefendiyle, adı Dina’ymış. İlk dönemler Dina’nın bu pervasız halleri devam etti. Ben bile, Batı hayranı özellikle İngiliz hayranı bir anne elinde yetişmeme rağmen bu kadar Türkiye hattı zatında doğu milliyetçisi olacağımı düşünmezdim. Galiba mecbur kaldım. Bizim geri kalmışlığımızdan bahsederek bunu geleneksel İslam’a indirgemesi ve aslında bu sorunun tüm Ortadoğu sorunu olduğunu söylemesi beni ta arkeoloji mi okusam acaba dediğim günlere, Babil’e, Sümer’e götürdü. “İslami boyutunu irdelemeden şunu söylemek isterim” dedim; “Ortadoğu halkları o kadar iyiydiler ki küresel kötülüklere baş koyamadılar. Bugün bu durumun aynısını dini alışkanlıklardan berî düşünerek Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda hala görebilirsin. Sizin uyguladığınız 18. yy‘dan beri aynı taktik. Önce hayran bırak, sonra gebe bırak. Dahası mı zorunda hayran nesiller kalsın geriye, neden zorunda olduğunu bile bilmeyen. Ortadoğu’da yöneticiler cani olabilir, zalim olabilir ama halk için aynı şeyi söyleyemeyiz ve Ortadoğu’da hiçbir kral hiçbir krala sarayında hapis yaşa dememiştir. Ya ülkeyi almıştır ya da alamamıştır. Ama bakın Galler’e ya da İskoçya’ya bakın. Nasıl da öz vatanlarında paryalar. Ki bu saydıklarım sizin tebaanız. Bu konuda namuslu değilsiniz” diyeceğim ama namuslu kelimesini çeviremiyorum. “Honest” yetersiz kalıyor “Honor” tam ifade etmiyor ve ben soğuyamadığım için iş çirkinleşecek korkusu yaşıyorum. Hülasa çirkinleşmeden ayrıldık ve sanırım 4 ay hiç birbirimizi görmedik. Ben yükseği bitti galiba diye düşünürken bir gün Dina’yı vardiyadayken hastanenin acilinde gördüm. Tomografi çekilmesi için götürülüyordu. Üstü başı da çok müsait değildi. Hemen koştum yanına gittim üzerine bir şeyler örttükten sonra yanında bekledim. Alkollü olduğu gece banyoda düşmüş ve 9, 10 ve 11. costaları kırık, ciddi olmayacak seviyede de hemothoraksı mevcuttu. Birkaç gün hastanede müşahede altında kaldıktan sonra evine çıkardım Dina’yı. 3 ay evden çıkmadı. Daha doğrusu kaburga kırığı fenadır. Çok ağrı yapar her nefes almada özellikle. Ben birçok ihtiyacını giderdim. Bu arada kaldığım aparttan çıkıp Dina’nın evine yerleştim. Tabi bu geçici bir süre. Dina sıhhatine tam anlamıyla kavuştuktan sonra geri kaldığım aparta dönecektim; ancak Dina buna müsaade etmedi. “Benimle kalmanı istiyorum” dedi. Sanırım 2. tartışmamız da işte tam bu yüzden patladı. Yıllarca annesinin gulbünde yaşayan, tercih hakkı olmayıp bana biçilen hayatı yaşamaya vaki olmuş ben, sanırım karşımda annemleşmeye meyyal birisini görünce tüm hırsımı aldım. Ağzıma geleni sayıp “Sen kimsin ulan benim hayatım için karar vermeye yelteniyorsun!” diyerek kapıyı çarptığım gibi çıktım. Bir haftaya yakın süre beni aradı ancak dönmedim kendisine. Biraz fazla tepki verdiğimi fark ettim ancak annemin bana yaşattığı yok gibiliği artık görmek hatta duymak dahi istemiyordum.

Dina bir akşam kaldığım aparta geldi ve ev arkadaşlarımdan müsaade istedi. Yalnız kaldık ve sanırım 4 saati geçkin konuşmuşuzdur. Dina beni sevdiğini ve benimle evlenmek istediğini söylediğinde aklımda iki seçenek belirdi. Birincisi annem İngiliz asıllı akademisyen bir geline bayılır. Ve belki Dina annemi batılılığıyla ezer ben de yılların hırsını alırım. İkincisi ise bozkır güneşim, içten içe bir gün tekrar görüşeceğiz dediğim Ayşe… Artık rüştümü ispat ettiğime inandığım için annem bana karışamaz diye değerlendirip rahat rahat Ayşe’lere giderim diye düşünüyorum hala. Bu düşünce derinliğini Dina: “Neden daldın” diyerek bozdu. Bense çocuk gibi: “Ben başkasını seviyorum Dina” diyebildim. Yani sevdiğimi düşünüyorum. Öyle ya hiç tatmadım böyle bir duyguyu. Sanırım olsa olsa bunun adı aşk. Ve o da yıllardır aklımdan çıkartamadığım Ayşe’dir. İlkokul üçüncü sınıftan bugüne değin tüm olanları da anlatmağa kalkınca sanırım sabahı buldu Dina’yla konuştuklarımız. Dina “Türkiye’ye en yakın ne zaman gideceğimi” sorunca “yaza” dedim. “Yaza muhakkak gitmelisin” dedi. Ve “Gittiğinde Ayşe’yi bulmalısın, gazeteci olmuş mu, evlenmiş mi? Bunları mutlaka öğrenmelisin. Ve ailesini de ziyaret etmelisin belki annesinin kızarttığı içli hamurdan bile yersin”. Dina ben gibi değil, biraz çılgınca. Belki yetiştirilmesindendir. Bir hafta sonra “Ayarladım, Türkiye’ye ben de geliyorum.” diyerek zıpladı. Valla ne yalan söyleyeyim çok sevindim. Tatlı kız ama ruhu Galler havası gibi gri mi gri. Zaten bu sebepledir ya Ayşe’yi tasvir ederken bozkır güneşi dediğimde anlamamış aval aval bakmıştı. Güneş mi görüyor fukaralar.

Annem değişik telâşeler içerisinde bizleri yemek masasına buyur etti. Aman Allah’ım, bu ne izzet bu ne ikram… Yöresel yemeklerin yanında İngiliz mutfağından da bir şeyler barındıran anneme şaşkınlığım en son Galler peynirini görünce zirveye çıktı. Ama bunu nereden buldun diye soramadım olaya hâkim ve zengin görünmeyi sever kendisi. Cakası bozulsun istemedim. Ertesi gün kahvaltıda Dina bana dönerek “Üniversiteden arkadaşın vardı onu çok görmek istiyordun, ben burada kalabilirim.” diye bir yol haritası çizince benim ek bir çaba sarf etmeme gerek kalmadan Ayşe’ye doğru yola çıkışım gerçekleşti. Dina bu yaptığıyla gözümde daha da sevecen bir hal aldı. Hem annemle aramdaki sınırı belirliyor, hem beni ve duygularımı önceliyor hem de geleneksel bir Türk ailesi gibi ailemin yanında beklemeyi yeğliyordu.

Mantıklı bir ilişki kurabilirken neden bu bozkırın ortasında yolculuk yapıyordum bilmiyorum. Eksik kalan bir yanım var farkındayım; ancak bu eksik kalan yanım Ayşe ya da ailesi mi bilmiyordum. Ayşe’ye ve ailesine bir özlemim vardı evet ama bu hayatımı onlarla birleştirecek kadar ileri seviyede miydi? İnanın onu da bilmiyorum. Bu uçsuz bucaksız bozkırda yolculuk ederken çocukluğum geldi hep aklıma. Kendimle olan mücadelelerim, ailemle mücadelelerim, babamın varken yokluğu, annemin dominant oluşu, benim kariyerimi daha o günlerden planlamış olması… Ve Ayşe’nin babasını evimizden kovuşu… Bir ara ne için gittiğimi unuttum, “Ben ne yapıyorum?” dedim. Ama sonra hiç olamazsa Ayşe’nin babasından özür dilerim, geç kalınmış bir özür olsa da.

Hiç değişmemiş Ayşe’nin ailesi. Aynı o sıcak ve sevecen halleri, bir şeyler yemem için ve gece onlarda yatmam için sürekli ısrar etmeleri…  Annesi hamur kızarttı hemen, hiç üşenmeden. İçine de tel peynir koyarak hem de. “Galler peyniri de neymiş, haspam!” dedim içimden. Bu Ayşe’nin ailesine karşı sessiz bir özürdü. Utana sıkıla Ayşe’yi sordum “Sahi Ayşe nasıl, nerelerde?” diyebildim.

Ayşe evlenmiş iki de evladı varmış. Her bozkır evladı gibi o da zamanla dayatılan yaşam politikası metropole yerleşmiş. Gazetecilik değil de edebiyat okumuş. Zaten bozkırdan en iyi edebiyatçı çıkar, bir varlık bilimcisi çıkar. Varlık bilimci hiç çıktı mı bilmiyorum ama çıksa en çok bozkıra yakışır varlık bilimci. Yaratıcının yaratma sanatı her yerdedir de bozkırda bir ayrıdır diye düşündüm dönüş yolunda elimde bir dergide Ayşe’nin yazdığı öyküleri taşırken. Tüm dergileri istedim babasından sağ olsun kırmadı. Bir poşet dergim var artık.

Ayşe’ye ulaşmayı düşünmüyorum artık. Öyküleriyle, evlatlarıyla, eşiyle ve barınmaya çalıştığı metropol ile bir hayatı var artık. Benim ise onda aidiyet kurabileceğim tek madde öyküleri. Hayranı kaldığım eser dönemin yaşam koşullarıydı, fark ettim. Buğday dikseniz nasıl görünür plaja. Öyle tuhaf bir his Ayşe’nin metropolde oluşu.

Dina’yla evlenmeyi kabul ettim. Annem bu durumdan en çok mutlu olan kişi oldu. Bozkır güneşine hayran olduğum bir yaşam kesitinden güneşi çok nadir gördüğüm İngiltere’de yaşıyorum artık. Arada Ayşe’nin yazdığı öykülere ulaşıyorum. Ruh dünyama çok iyi geliyor. Gerildiğim zaman “Senin öykü zamanın gelmiş” diyerek bana öykü getiren bir Dina’m var sağ olsun. Bu arada bir de oğlum var. İsmi Attila. Avrupalılar iyi tanır.

Yazar, çizer, fotoğraf çeker. Çayı sever, evli, bir kız ve bir oğul babası.

Yorum yap