Paylaş

Elimizde bir otomobil var: her gün beş defa yıkadığımız, sürekli bakımını yaptığımız, ses sistemi döşettiğimiz, deri koltuklar serdirdiğimiz, en kaliteli şekilde boyattığımız ve hatta modifiye ettiğimiz… Fakat içine kimseyi bindirmiyoruz, bırakın birini bindirmeyi biz dahi binmiyoruz ve onu hiç çalıştırmıyoruz bile. Amacı hareket etmek-ettirmek olan bir nesneyi pamuklara sarıp sabitliyoruz.
Belki konuşulmaktan, yazılmaktan temcid pilavı kıvamına geldi ama ufak bir karşılaştırma yapmak istiyorum. 28 şubat dönemini hatırlıyorum. Ülkedeki Müslüman toplum olarak belki de tarihte hiç olmadığımız kadar aktif ve tepkili idik. Dernekler, vakıflar, bireyler herkes; adeta dağlar-taşlar, kuşlar ve tüm tabiatla birlikte/beraber mücadele veriyordu. Belki geçmiş zaman diye öyle geliyordu denebilir; ama bugünümüzden çok farklı olduğunu ve çok daha “ileri”de olduğumuzu düşünüyorum. Bugün ise üzerimize serpilen ölü toprağından kurtulamıyoruz. Tüm baskılara, namaz kılıyor diye yapılan işten çıkarmalara, başı örtülü diye okula alınmamalara, veli toplantılarından kovulmalara, fişlemelere, hakaretlere rağmen kültür-sanat, müzik-edebiyat, düşünce, eğitim, konferans, panel vb. faaliyetler muazzam bir hız ve seviyede icra ediliyordu. Bugün bile hâlen o vakitler üretilmiş müzikleri kullanıyoruz. Birçok alanda ürün veremez olduk. Bu artık umurumuzda da değil zaten.
Bu anlaşılabilir bir durum. Baskı altındaki herkes ve hatta her cisim bir mukavemet gösterir. Ancak konu iman ise, en tehlikeli durum baskı değil, huzur ortamıdır. Huzur, Sâmirî’lerin en sevdiği ortamdır. Bütün bozulmalar ve yozlaşmalar bu huzur ortamlarında oluşur, o yüzden de bu zamanlarda çok daha fazla teyakkuz halinde olmak gerekir yoksa duraklama ve dağılma sürecine girip tarihi tekerrür etmekten başka çaremiz kalmayabilir. Hem insanlığın, hem de coğrafyamızın  tarihi bunun kanıtlarıyla dolu.
Kıpırdamak gerekiyor, bir şey yapmak, belki de tek bir şey; çünkü bir tane de olsa bir şey yapmak/yapabilmek hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Bu şey bazen bir rüşveti vermemek/almamak olur, bazen bir kuşa su vermek olur, bazen bir ihtiyaç sahibinin karnını doyurmak, bazen çitlediğimiz çekirdek kabuğunu yere değil çöpe atmak, bazen ekonomik sıkıntılar nedeniyle gelirin azalsa da bir çalışanın işine son vermemek, bazense ekmek sırasında edebince bekleyebilmek… Ama hiçbirini yapmayınca yerdeki bir taş parçası kadar faydamız kalmıyor varlığa… Kimseye fayda sağlamak istemeyebiliriz, kendimize bile, tamam; ama bu atalet durumu bizi başkalarına zarar vermeye götürüyor eninde sonunda. Hayatta bir şekilde ve mutlaka bize sunulan iyilik/eylem imkanları karşısında tepkisiz kaldığımızda muhakkak buna ihtiyacı olan birileri zarar görecektir.
Bir şey yapmaktan kastım, elbette günlük rutin içinde geçimimizi sağlamaya çalışmanın veya daha da fazlasını isteyip sadece bu uğurda mücadele etmenin ötesinde, sadece ve sadece bir sonraki hayata ve hesaba inandığı için, bu yaklaşımla bir harekete sahip olabilmektir. Çünkü bazen tek bir salih amel bir ömre bedel olabilir.

Yazmak iyi geliyor. Müziğe ve şiire ilgim var. İşim dışında herhangi bir alanda uzmanlığım yoktur. Yazılarım sadece birer yorum, çok da anlam yüklemeyiniz. Aslen Erzurum, doğma büyüme Ankaralıyım. Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunuyum. Şimdi Bursa'dayım. Geçinmek için memur olarak çalışıyorum. Evli ve bir oğul babasıyım. Hayattaki tek amacım insan kalabilmek. Kişisel gelişimciler kızmasın, somut bir amacım, hayalim ya da beklentim yok bu hayatta. Burası gurbet, neyi isteyip de elde etsek uçup gidiyor burada.

Yorum yap