Bir yaz günüydü Mahindra. Bana kuşların yükseklerde daha az alçak yerlerde daha çok kanat çırptığını anlatıyordun.
-İnsanlar da öyleler, diyordun. İnsanlar da aşağıdan yukarıya doğru daha az çaba sarf ederler. En az çalışan en büyüktür her zaman diyordun. Bana yükselmem için daha çok kanat çırpmamı söylüyordun Mahindra.
Üstüne oturduğun ağacın dalı incecikti. Düşeceğinden çok korkuyordum. Ama sen; “her zaman korkmalısın kaybetmekten, o zaman daha çok sarılırsın sevdiğine” diyordun, alaycıydın. Sende bütün cevaplarım vardı Mahindra. Küçüklüğümdeki amcam gibiydin. O da bilirdi her şeyi. Ona kuşların hangi dilde konuştuğunu sorardım, söylerdi. Gökkuşağı’na neden dokunulamadığını da bilirdi o. Biraz da Ona çok benzediğin için seviyordum seni.
Bir gün tüm akrabalarımız gelmişti bayram için. Dedem her yeni gelene en önemli misafiriymiş gibi davranıyordu. Ama ben biliyordum ki tıpkı benim gibi o da en çok Mahir Amcamı seviyordu. Onu bekliyordu en çok. Gelmedi Mahir amcam. Ona sorularımın en çok biriktiği zaman, onu en çok beklediğim, en çok özlediğim o bayramda gelmedi. Herkes kurbanını kesti ertesi gün. Her yerden sulara karışmış kanlar akıyordu. Her yerde et kokusu vardı.
Amcamı ilk kez o kadar büyük karıncalar ve ilk kez bir yılan gördüğüm mezarlığa gömdük o gün. Hava bugünkü gibi güneşliydi. Dedem ve benim dışımda nenem çok üzüldü o gün. Bir de Müyesser Halam. O kadar çok bağırıyordu ki ağlarken; amcam dayanamaz vazgeçer ölmekten diye düşünmüştüm. Ama vazgeçmedi.
Herkesin evinin önünde koca kazanlarda etler pişti o gün. Biz o koca kazanlarda amcamın cenaze suyunu ısıttık. O gün hiç et yemedim. Su da içemedim o gün Mahindra. O günden sonra da hiç et yemedim. Su içmeye alıştım sonradan. Tüm sulara kanların karıştığını düşünüyordum ilk başlarda.
Sen de o günlerde çıktın karşıma zaten.
Hatırlıyor musun ilk gün:
-Amcamın hayaleti misin sen diye sormuştum. Çünkü geceydi. Herkes uyumuştu. Sen de pencerenin önünde bitivermiştin sanki. Ben o gün yeniden bir mektup yazacaktım amcama. Dönmeyeceğini biliyordum ama onu hiç unutmadığımı bilsin istiyordum.
Sadece o kızabiliyordu babama benim için. Sadece o hak veriyordu bana. Diğerleri: “Garipsin, tuhafsın, deli misin?” derken O: “Sen diğer insanlardan farklı düşünüyorsun” diyordu bana. Oysa hiç de garip değildim. Yaşıtlarımın yaptığı her şeyi basit buluyordum. Benden büyüklerin yaptığı şeyler ise çıkarcılıktan başka bir şey değildi.
Kuşum öldüğünde ağlamama çok gülmüştü ablam. Kuşum yavrusunu doğururken ölmüştü.Tıpkı beni doğururken öldüğü gibi annemin. Ablam: kuşlar doğurmaz, dedi. Elinde tuttuğun yavrusu değil, yumurta . Oysa küçük kollarını görebiliyordum ben. Minik ağzını kıpırdatmasını görüyordum, yavru kuşun.
Bir yaz günüydü Mahindra. Üstüne oturduğun ağacın dalı incecikti. Önce bir kırılma sesi duydum. Zaman çok yavaş akmaya başlamıştı sonra. Tıpkı amcamın öldüğünü duyduğumda her şeye sinen yavaşlama gibi. Duvarlar uzamış, kapılar genişlemiş, insanlar devleşmişti. Ağızları kocamandı mesela. Konuşurlarken kaç dişleri olduğunu sayabiliyordum. O zaman da öyle oldu işte. Ağacın dalı yüksekten aşağı doğru inerken kalktım, dizlerimdeki titremeye engel olmaya çalışarak açtım kollarımı. Bekledim. Bir türlü gelemiyordun sanki. Kollarıma senden önce kırılmış dal geldi Mahindra. Sen gelmedin. O gün ve bitmeyen bir merakla her gün aradım seni; yoktun. Babam zaten hiç olmadığını söyledi senin, her şeyi benim kurguladığımı söyledi, çaresiz kabul ettim. Keşke haklı çıkarsaydın beni. Keşke çıkıp gelseydin.
Neyse bu son mektubum değil sana. Kafamı ilaçlardan toparlayabildikçe yazacağım gene, hoşçakal…
.