Paylaş

Medeniyet; Aklın, ilmin, ahlaki ve insani kavramların vücut bulmuş hali. Bu minvalde düşündüğümüzde bugünün Asya toplumlarını var eden ana öğeler diyebiliriz. Zira bugünlerin temeli o günlerin yoğun çabasıyla örüldü.

Bugünlerin temelini o günlerin yoğun çabasıyla attık ama bugün olanları, bugün yaşananları kast etmemiştik. Hiç kimse insanlığın bu seviyeye geleceğini düşünmemişti. Sahile vuran bir insanlık olacağı kimsenin aklına gelmemişti. Belki daha sıcak olur diye zeytin ağacı altına sığınan çocuk, medeniyetin ana temsilcisi olduğunu aklına bile getiremeden ruhunu teslim etmişti.

Hem toprak altında kalmak hem de toprak altında kalanları kurtarmak hangi medeniyetin ürünü acaba? Bu cümle tam olarak neyi ifade etmekte? Toprak altındakileri mi yoksa toprak üstündeki naaşları mı? Yoksa her an toprak altındakileri çıkarmak için bekleyenleri mi?

Medeniyet üzerine bir kesit;

Habere göre Amazonlarda araştırma yapan bilim insanları, dış dünyayla irtibatsız, medeniyetten uzak, teknoloji kullanmayan ilkel bir kabile tespit eder. Drone’larla yapılan çekimlere göre kabile ok ve yay kullanabilmekte. Fakat dış dünyadan korktukları için kimseyle iletişim kurmamaktalar. Haberde verilen ekstra bilgiye göre bu tarz kabilelerden yüz kadar kalmış. Bu tarz yani medeniyetten uzak, dış dünyadan korkan yüz kadar kabile. Haberin son cümlesi ise enteresan “Geçen yıl altın arayan madenciler bu kabileden on kadar üyeyi öldürmüştü!”

Bu haberden yola çıkacak olursak. Haber; medeniyetten, ilkellikten, barbarlıktan bize bir dizi haber vermekte. Bir insan topluluğunu sırf dış dünyaya kapalı, ok ve yay kullanıyor diye ilkel ilan etmek! Onları drone’la gözetleyen medeniyet mensubu medeniler bu kabileye şefkat gösterip aile fertlerinden on kadarını öldürüyor. Hangisi ilkel, hangileri medeni?

Volteire, “İnsanların barbarlıktan medeniyete geçerken attığı adımların neler olduğunu merak ediyorum” dediğinde aslında barbarlık ile medeniliğin hangi kıstaslara göre belirlendiğini sormaktaydı. Kuvvetle muhtemeldir ki Volteire bu soruyla maddi bir ilerleme mi yoksa ahlaki-insani mi sorusunu sormaktadır. Bu sorunun cevabı kesin olmamakla beraber kişiden kişiye değişmektedir. Zira maddi-teknik-bilimsel ilerleme seviyesi medeniliğin ve ilkelliğin temel ilkesi olarak kullanılmaya başlanması 18. ve 19. yy Avrupa’sında karşımıza çıkmıştır. Bu döneme kadar değişik toplumlarda gelişmişlik seviyesi farklı yöntemlerle izah edilmekteydi. Örnek olarak: Bilim sanat alanındaki gelişmeler, toprakların genişliği, orduların kapasitesi bu bağlamda ana kriterlerden bazılarıydı. Ancak batılı olmayan toplumların bedevi, barbar, ilkel, yaban görülmeye başlanması ilginçtir Batı sömürgeciliğinin başladığı tarihe tekâbül gelir. Bu söylemin kullanılması hiç kuşkusuz tanıdık gelecektir. Sömürge düzeni kurulmalı, Dünya’da Avrupa merkezli bir yönetim hâkim olmalı, bu yönetim Hristiyan olmayanları dışlamalı ve onlara ilkel, barbar diyerek medeniyet götürmek, kendini gayr-i medeni diye adlandırdığı topraklarda baş aktör konumu ile konumlandırabilmek.

Bu tasnifte medeniyet kavramının kullanılması hiç şüphe yok ki tesadüf değildir. Zira bir önceki aynı başlıklı yazımı hatırlarsanız Ortaçağ Hristiyan dünyasından söz etmiştik. O ortaçağ Hristiyan din kökeninin eskimiş ve köhneleşmiş dili Avrupa’lıların ulaşmak istediği seküler evrenselciliğe müsaade etmiyordu. Bunun yerine daha konjonktürel bir kavram lazımdı. İçinde biraz medeniyet, bir tutam kültür, biraz da sanatsallık, ağırlıkla da din motifleri. İşte yeni bir medeniyetin seküler kavram halinde setleşmesi.

Hatırlayanlar ya da tarihe ilgisi olanlar bilir buna benzer durumu biz de yaşadık. Batı’lılaşma hastalığına duçar olmuş Cumhuriyet aydınlarımız vardı. Ki hala da var. Bir taraftan Türkçü bir duruş sergileme, bir taraftan farklı halkları ile milliyetçi bir duruş sergileme, bir taraftan muasır medeniyet olmaya çalışacağız deyip muasır medeniyet olan İslam-Osmanlı çizgisinden arındırılmış bir toplum hedeflemek.

Medeniliği ve medeniyeti Avrupa’nın aklı ve tarihiyle özdeşleştiren aydınlanma düşünürleri, Batının haricindeki toplumları medeniyetten yoksun veya yarı medeni topluluk olarak değerlendirdiler. Esasen Avrupa medeniyetini merkeze alan tarih ve kültür tasnifleri kültürler arasında bir hiyerarşi kurdu ve bu vesileyle bir medeniyetler tipolojisi yarattı. Sonuç ise Avrupa merkezli bir düşünce “Medeniyet Düşüncesi” var oldu. Bu minvalde Medenileştirme misyonu Afrika’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada kullanılan ve Avrupa emperyalizmini meşrulaştıran ana kavram oldu.
İlginçtir Medeniyet kelimesinin Avrupalı aydınlar arasında hızla yayılması ve seküler bir hayata adım atmalarını sağlaması zaten bitmekte, tükenmekte tam anlamıyla bir çöküşte olan Hristiyan teolojisiyle alakadardır. Hâsılı Hristiyanlık Avrupa toplumları üzerinde etkisini yitirdikçe kavram arayışı arttı. Aranan kavram medenilik olarak zuhur etti.

Burada kanaatimce soru şu olmalıdır. “Neden onda birlik kısım geri kalan onda dokuzluk kısma medeniyet öğretsin ki. Onda birlik kısım medeniyetin beşiği mi ki?” İzafi olarak, zaten insanlık her an ilerlemekte. Ancak ilerleme kavramına değer yüklediğimizde bir soru daha sormamız gerekir. İnsanlığın izafi olarak ilerlediği aşikârdır ancak mesele ahlaki olarak ilerleyip ilerlemediğimizdir.

Asya toplumları olarak göreceli bağlamda ilerlediğimiz gerçektir. Hatta insanlığı belirli bir aşamaya getirdiğimiz de sabittir. Avrupa teolojik yorumların kavgası ile müteşekkilken bilim, sanat kültür hâsılı değer üreten Asya rüzgâr kurbanı olmuş, ters esmeye başlayan rüzgârda savrulmaya başlamıştır. Burada yaşadığımız handikap Avrupa teolojik kavgalar verirken Asya toplumları bundan nemalanmamıştır. Ya da daha doğru cümle ile Avrupa’nın kanayan yarasına tuz dökmemiştir. Bugün veya son yüzyılda tersine dönen rüzgârla Avrupa bizim kanayan yaramızı görmekte, hatta bu yarayı kanatmakta. Kan kaybına maruz bırakıp bizi ölüme terk etmekte. Takdir edersiniz ki birinci önceliği hayatta kalmak olan birisi için medeniyetten, sanattan, edebiyattan söz edilemez. Tıpkı aç bir insana dinden bahsedemeyeceğiniz gibi.

Gerçek şu ki her çöküş görecelidir. Bugün Asya toplumlarının çöküşünü ifade edip, Avrupa’nın son üç yüzyılda ayağa kalkıp atağa geçtiğini düşünebiliriz lakin bu ruhsuzlukla biçimlenmiş bir ruh çöküşüdür. Asya’nın son dönem çöküşü ise maddeseldir ancak hala bir dem ruh barındırmaktadır. Zira biz doğrular üzerinde uyumaktayız batı ise yanlışlar üzerinde yaşamakta. Bir gün üzerinde uyumakta olduğumuz doğrunun bizi derinden sarsıp uyanmamıza vesile olması duası ile…

Yazar, çizer, fotoğraf çeker. Çayı sever, evli, bir kız ve bir oğul babası.

Yorum yap