Paylaş

“Bir şey”i neden yaptığını bilmesem, yine de yaptığın “şey”i hoş görür müyüm?
Ameller Niyetlere Göre(mi)dir? diye sorular yolu ile zihnimi zorluyorum. Ardından kendimi ikna edecek cümleler kurmaya çalışıyorum:
“Ameller Niyetlere Göredir.”
ve lakin ameller, niyetlerden daha önemlidir.

Bunları bana düşündüren şey(ler) hem günümüzde ve hem de 1400 yıllık tarihimizde Allah namına din namına alınan niyetler, verilen kararlar ve fetvalardır.
Allah ve din namına kendisini insanlığa karşı sorumlu hissedip, “İslam” denince akla gelecek konu ve kavramları tanımlama-tarif etme, sınırları çizme çabasını Peygamber ve sonraki ilk nesil, sahabe nesli için anlamlı ve gerekli bulabilirim. Ancak ya sonraki çağlarda bu durum yine o kadar masum kalacak mı?
Ana soruma dönecek olursam: Yıl 2020, ameller gerçekten artık niyetlere göre midir!
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim.(Maide/3)” ayetini çok anlamlı buluyorum din namına olan tarihsel çabamız için.
Söyleyeceklerimin en harika şekli ile farklı zaman dilimlerinde ve farklı kişiler tarafından söylendiğini farkındayım.

Bundan birkaç yıl önce tarihi Bursa şehrimizin yine tarihi olan bir mekanında durmuş kalabalıkları seyrediyordum. Gördüğüm bazı şeylere şaşırmış ve “şaşırmış olmama” hayran kalmış bir eda ile insanları seyreden kendimi seyrediyordum. Birden dilimden dökülmeye başladı mısralar:

” Ne garip,
Benim yeni yeni fark edip hissettiklerimi birileri unutmuş bile
Canımı yakan şeyleri, birileri çoktan söndürmüş
Meğer külleri bile kalmamış
Gözüme kestirdiğim tozlu yolların yolcusu çok olmuş zaten
Sonra,
Gözlerdeki hüznü ilk ben görmemişim
Ya da yorgun bir ninenin yüzündeki anlamı
Bu gördüklerime ilk ben şaşırmamışım
Birileri buna alışmış bile
Ayın neden böyle güzel olduğunu ilk ben düşünmemişim
İlk defa ben aşık olmamışım mesela!
Seccadesini üzen de ilk ben değilmişim
Meğerse dünya bana hiç şaşırmıyormuş
Aslında alıştığı ilk kişi ben değilmişim
Tıpkı ona ilk alışanın ben olmadığım gerçeği gibi!
Yanılmak yanmakmış…
Ve ne yazık ki, tek yanan da ben değilmişim!”

Evet biliyorum söyleyeceklerim zaten söylenmiş. Sanırım biricik ve tek olma, özel olma, kimsenin söylememiş olduğu şeyleri söylemiş olma insan olarak bütün çağları aşan psikotik özelliğimiz olmuştur. Tıpkı değinmeye çalıştığım başka bir konudaki psikozumuz gibi: Müslümanların kendilerini Peygamber’in ve onun davasının varisi sanmaları.

Allah dinini peygamberleri aracılığı ile insanları bildirir. İslam, Hazreti Muhammed’in dili ile bize ulaştı. Merak ediyorum acaba onun dönemdeki Müslümanların dine karşı durumu ve duruşu, emir ve ilkelere karşı durum ve duruşu ile bizimkisi aynı mı olacak/olmalıdır?
Din namına konuşma, haram ve helal ile ilgili söz söyleme, Rabbimizin ve ayetlerin muradı hakkında konuşma, dini dava edinme, bu davayı yeryüzüne yayma, cihat etme, “dini savunma”, harama engel olma; hasılı, din ve Allah için bir şeyler yapma çabası konusunda aynı durumda mıyız; aynı yükümlülükler ile mi yükümlüyüz? Bu sorulara “evet” diyeceğimi zannetmiyorum ve öyle düşünmüyorum.

Peygamberler tarihine biraz aşinayım; ancak Peygamberlerden sonraki ümmetlerin tarihi hakkında bilgi sahibi değilim. Bu nedenle İslam öncesi sosyolojik durum hakkında fazla fikir yürütemeyeceğim. Ancak, İslam tarihi Allah adına, din namına eylem üretenler ile doludur.
Tarihimiz, amellerimiz ve niyetlerimizden dolayı fetva bulmalar ile doludur.
Ehlibeyt İmamlarının ve Hz Ali soyunun niyeti din namına hareket etmek idi de; Muaviye safında hareket eden herkesin niyeti şeytana hizmet etmek miydi sanki?
Emevi, Abbasi, Endülüs, Selçuklu, Osmanlı ve dahi yeryüzü coğrafyasındaki her bir Müslüman kitlesi ile konuşsak, hangisinden amelleri ile ilgili niyetinin aslında Allah’ın dini ve davası olmadığını duyarız ki?

Yıl 2020, yeryüzünde savaşan, Allah için çalıştığını söyleyen hangi grup niyetinin Allah için olmadığını söyleyebiliyor ki? Dini konular hakkında fikir beyan edenlere karşı gösterilen sert tavırlar, dine zarar gelmesin babında gösterilen korumacı refleksler, fetvalara karşı daha sert fetvalar, savaşlar, birbirlerinden farkı olanların farklı olana tahammül edemeyişini açıklama çabası hep bu dini koruma ve dava bilincinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Zannımca bunlar gereksiz ve yaşadığımız zaman dilimini kavrayamamış olmanın sonucu olan şeylerdir. Hele ki, Kur’an metni, binlerce ciltlik siyer-tefsir ve hadis külliyatı varken ve isteyen istediği hakikate ulaşabilecekken; “din elden kaymasın” reflekslerine ve şiddetine gerek yok diye düşünüyorum.
İnsanın vicdanı var da tarihin vicdanı yok mu! Öyle inanıyorum ki bireysel ve toplumsal tarihimiz, amellerimiz dolayısıyla vicdanımızda oluşan sızıyı niyetimiz ile uyuşturma çabasıyla doludur.

Aslında merak ettim temel konu şudur:
Kaç İyi Niyetimiz Hatalı Amelimizi Temizler!

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap