Paylaş

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle “beş asırdır deneye yanıla bulduğumuz mimariyi” ne uğruna terk ettiysek bugün felaketimiz oldu.

Kibrit kutusundan bozma evlerde, dip dibe, günsüz-güneşsiz; gökyüzünü görmeden geçirdiğimiz ömürlerimiz. Üst üste, mahremiyet bilincinden tamamen uzak, birbirini taklit hayatlar…

Ev ihtiyacın en çok şekillendiği yerdir. Tek başınaysanız ayrı, aile olduysanız ayrı, çocuklar varsa ayrı şekillenir evler. Odaların açıldığı hayatlarda koşuşturur insanlar; sonra mahremiyetin şekil bulduğu odalar vardır içinde banyosu olan. Balkonu olur evlerin ve bahçesinde çocuk sesleri.

Bunları kaybetmeyi neden kanıksadık biliyor musunuz? Çünkü aileyi kaybettik. Babayı, anneyi, çocuğu kaybettik. Hal-i hazırda evleniyor olmak, ürememizin devam etmesi, aile ve yuva bilincimizin varlığını göstermez.

Son on yılda mimari adına yaptığımız tek değişiklik Fransız balkonlar oldu. Onu da mahremiyet uyguladığımızı düşünerek perdelerle kapladık. Asırlardır göçebe olan bir millet, yörükler, kaç nesile yaylalarda mezar kazan bu millet, şehir denen zindanlarda moderncilik oynuyor.

Afili bir binada Fransız balkonları ve hep aynı tarz eşyalarla hastalığımız öyle safhalardaki Anadolu’ya gittiğinde onca tarla, onca meranın upuzun uzanan çimenlerin hemen yanında yine modernlik göstergesi olarak algıladığımız binalar ve o binalarda oturan yenilik meraklısı insanlar görüyorum.

Her yaş, eğitim ve inanç kalıplarından insanların hayatında birbirinin aynısı eşyalar… Aksesuarlar bile taklit. Hani insanın eline alınca merak, hayret ve ilgiyle baktığı, sonra üzerine sohbet ettiği `bu şuradan, bu kültürden, çok uzaklardan, bir dostumdan, el emeği, hediye ya da bana annemden ona da kendi anneannesinden kalmış denen…

Son günlerde tüm dünyada televizyonlardan haykırıyorlar `insanlarla aranızda en az bir metre mesafe olsun. `Hâlbuki evlerimiz arasındaki mesafe o kadar değil. Kapımı açtığımda karşı komşumla burun burunayım, camı açtığımda elimi uzatsam komşumun camına değerim.

Hani Amerikan filmlerinde hapishaneler vardır. Hücresi demir parmaklıklarla hapishanenin kapalı avlusuna açılan. Şehirlerimiz devasa bir hapishaneye benziyor çoktandır.

`Evlerin en güçsüzü örümceğin evidir` bilir misiniz o ayeti? Avlusuz, balkonsuz, ağaçsız, çiçeksiz, kuşsuz evler. Yağmur yağsa sel olan, kar yağsa donup kalan, yaz gelse hamama dönen, baharın bir türlü gelmediği evler. Köpeğinin mont, kedisinin çizme giydiği şehirler.

Evden dünyaya açılan tek penceremiz televizyonlardan güzel spikerler her daim gelen felaketi duyurur. Eyvah ki ne eyvah. Milyonlarca yıldır var olan yaz, kış dert olmuş. Milyonlarca yıldır rahmet olan yağmur hayatı felç ediyormuş. Hayat duruvermiş metropollerde. Hâlbuki orada yaşayan canlıların kar botu, yağmur botu, eksi bilmem kaç dereceye dayanan montları varmış. Ama gök gürlemeden sel gelecek, kar yağmadan donup gideceğiz diye korkuyla yaşamışlar bir zamanlar ayaklarında kara lastiklerle karda okula gidenler.

Her şeyin kabusa döndüğü ve rahmet olmaktan çıktığı bir dönemde bir virüs mü masum kalacaktı? Bahar gelip tüm doğa canlanırken insan neslinin alerjiden ölecek hale gelmesi geldiğimiz noktayı göstermez mi?

Sıkışmış, kabus dolu hayatımızda bana sorarsanız korona’ya ihtiyacımız yoktu. Ya da tamda ona ihtiyacımız vardı?

Yorum yap