Gözümüzü açtığımız bu dünya bize sadece harç-dolgu malzemesi muamelesi mi yapmaktadır veya sosyal hayat ve devamlılık için fon görevini mi layık görmüştür?
Bu soru(n)lar, baştan itibaren bir yanılsamanın ve dayatılan görevlerin bir sonucu olabilir mi aslında?
Evlat, mahalleli, vatandaş, Müslüman, öğrenci, doktor, öğretmen, başkan, üye, temsilci, inançlı, vatansever, liberal, ülkücü, demokrat… diye uzatılabilecek kimlik etiketleri altında kalan “BEN” aslında neyim ve kimim? Kimlik sahibi olmam yeterli mi?
Psikoloji ve sosyolojide uzun uzun tartışılmış ve kuramlara da konu olmuş olan benlik, benlik algısı, kendilik, kişilik, karakter, kimlik, sosyal roller yazımızın zeminini oluşturacaktır. Hepsini detaylı bir şekilde tartışmak beni aşan bir şey olsa da bu kavramlar üzerinden bazı değerlendirmelerimi ve kaygılarımı paylaşmak istiyorum.
Kimliğimizi ve sosyal yaşamımızı hâlâ etkilemeye devam ettiği için konuyu din ile de birlikte değerlendireceğim. Temelde dikkatleri çekmek istediğim konu da kişilik kavramıdır. Çünkü yaşam içerisinde detaylar, kalıplar, zorunluluklar arttıkça; yani kimlik ve sosyal roller öne çıktıkça kişilik silikleşmekte ve göz ardı edilmektedir diye düşünüyorum.
Kanaatime göre Din, özü itibari ile sadedir. İslam dinini baz alırsak, eni topu 600 sayfalık bir kitap ve bu kitaba dair Peygamber (a.s.) sözleri-uygulaması ile karşı karşıyayız aslında. Sade olanın karmaşık, yoğun ve serbest alanı daraltmış gibi görünmesi daha çok Peygamber (a.s.) sonrası süreç ile ilgilidir. Bunu da normal ve doğal karşılıyorum. Yani 1400 yıl öncesine ait tıp ve mühendisliğe dair bilgi birikimi, kurallar ve yöntemler ile günümüz aynı mıdır? Aslında yaşama dair hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, kalamaz. Dolayısı ile din de kalmadı. Toplumun değişmesi ve devletleşme sürecinin doğal olan karmaşası ve yoğunluğu dine aitmiş gibi göründü sonraları.
Farklı bir yazının konusu olabilecek kadar derin olduğu için uzatmak istemiyorum. Ancak Peygamber Efendimizin (a.s.) vefatından sonra, devlet olmanın doğurduğu çeşitlilik ve değişkenlikler dini sabiteler halini aldı. Daha doğrusu sonraki nesiller böyle algıladı ve bunları dini sabite olarak dayattı.
Çeşitlilik ve karmaşa arttıkça sınırların belirgin hale getirilmesi ihtiyacı da artar. Dolayısıyla kurallar ve her kesimin uyması gereken kanunlar da artar. Bu süreç bir anlamda devlet haline gelmenin sonucudur da.
Peki, ister İslam tarihi açısından düşünelim, ister farklı toplumların tarihi açısından düşünelim, devletleşmenin mecburiyetleri ve kanunları kişilere de dayatılınca ne olur? Bu dayatmanın ille de baskıcı bir şekilde olmasına gerek yoktur tabi ki. Kurumlar, organizasyonlar, örgütlenme yapıları ve faaliyetleri yürütme tarzının doğal bir sonucu olarak da dayatmayı kast ediyorum aynı zamanda.
Son bir kaç yüzyılı bir yana bırakırsak Devletler Asker-Ordu Devlet yapısına sahipti. En azından aşina olduğum doğu toplumları diye tarif edebileceğim toplumlar ve onların devlet yapıları böyle idi. Hangisi sebep hangisi sonuç tartışmasını bir yana bırakırsak, devlet yapısı ile sosyal yapı ve hayat arasında sıkı bir bağ vardır. Fetih, ganimet, sömürü, sömürüye karşı geliş, toprakları koruma, ekonomik hayatın çarkları ister istemez toplumun da Asker-Ordu gibi örgütlenmesini zorunlu kılıyordu. Sosyal örgütlenme tarzının devlet yapısından ve devletlerarası ilişkilerden etkilenmesini; cemaatten ayrılmama, cemaatleşme, bir gruba ve lidere yaslanma ihtiyacı (okuma kültürü yerine sözlü kültüre sahip olma burada etkili oluyor), birlik olup güçlenme tarzında gözlemledik. Aşiret, geniş aile yapısı, Ağa, Şeyh, Baba liderliğine ihtiyaç biraz da bu orduvari örgütlenme tarzının doğal sonucu idi.
Birlikteliğin, bir arada durmanın, aynı amaç ve değerler etrafında örgütlenmenin, aynı ortak amaca hizmet etmenin önemli olduğu ortamda ön plana çıkan şey “Kimlik”tir. Cevabı aranan sorular da şunlardır:
Nasıl bir Müslüman?
Nasıl bir demokrat-ülkücü vb.?
Nasıl bir vatandaş-yurttaş?
Nasıl bir memur?
Nasıl bir asker?
Nasıl bir işçi?
Nasıl bir Türk?
Nasıl bir Kürt?
Nasıl bir baba-anne-evlat?
Nasıl bir X?
Tahmin edileceği üzere Kimlik, ‘ben kimim’ sorusuna verilen yanıt olarak tanımlanabilir. Bu soruya verilecek yanıtlar da çoğu zaman toplumsal rollerle ilişkilidir. Başka bir deyişle kimlik, toplumsal rollerin ne oranda benimsendiğini de ifade eden bir kavramdır. Bu kavramların ve anlamların hepsi, bir anlamda doğarken kendimizi içinde bulduğumuz şeylerle ilgilidir. Anlamları, tanımları, içerikleri, yaşanma şekli daha çok önceden belirlenmiş ve sizden bunu edinmeniz istenen şeylerdir. Kimlikte bireysel tercih ve faydadan ziyade toplumsal beklenti ve fayda ön planda tutulur, dersek yanlış söylemiş olmayız sanırım.
Tam da burada cevabını bulmamız gereken soru da şudur: Kişilik nedir?
Kişilik; doğuştan getirdiğimiz özelliklerin, kalıtımın da etkisi ile bizi diğerlerinden ayıran, uzun süre devam eden, tutarlı duygu-düşünce ve davranış özelliklerimizdir diyebiliriz. Sıcakkanlı, aceleci, sevecen, duyarlı, soğuk, öfkeli, yumuşak huylu, agresif, içekapanık, sosyal dışadönük olma gibi özellikleri örnek verebiliriz. Doğuştan ve biyolojik etkiyi açıklamak istediğimizde mizaç, sonradan edinilen ve ahlaki anlam yüklendiğinde karakter olarak da tarif ederiz.
Dikkat edileceği üzere kişilik dediğimizde daha çok bireysel ve bize özgü bir anlam ön plana çıkmaktadır. Kimlik ve kişilik arasında meydana gelen sorunlar da aslında burada başlıyor. Kimliğin ve aidiyetin sürekli ön planda tutulması, yüceltilmesi, hatta devlet politikası haline getirilmesi; sosyal organizasyonların ve yapıların buna göre dizayn edilmesi kişiliğin göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Göz ardı edilmekle kalmayıp kişilik gelişimini engelleyici uygulamaların da yürütülmesine zemin hazırlamaktadır.
Aile yapılarımızın kişilik gelişimine olan etkisini ve ket vurmalarını başka bir yazıya havale ederek bazı kurum ve organizasyonlarımızı tartışmaya açmak istiyorum.
Ordu-Asker devlet yapısından modern devlet yapısına geçmiş olsak da kurumlarımız aslında hâlâ aynı mantıkla yapılarını devam ettirmektedirler.
Kimlik ve aidiyetin öncelenmesi, kişiliğin görmezden gelinmesi ve ihmal edilmesini modern yaşamda en belirgin şekilde göreceğimiz yerler ilköğretim ve ortaöğretim öğrenci yurtları, yatılı okullar, yatılı Kuran kursları, cemaat-dernek ve vakıflara ait yatılı öğrenci yerleri, eğitim merkezleri deneyimlerimiz olmuştur. Şimdilerde bu yerler değişmiş gibi gözükse de aslında temelde durum aynıdır.
Burada artık şu soruyu sorabiliriz: Kişilik, benlik algısı, kendilik kavramı ve kendini kabul nasıl oluşur?
Benlik kavramı, insanın kendi benliğini algılama ve kavrama biçimi olarak tanımlanır. Kişinin kendisini nasıl gördüğü ve ne tür bir değer atfettiği ile ilgilidir. Benlik kavramı, kendimize uzaktan bakmayı başardığımızda ve kendimiz hakkında bir fikir sahibi olduğumuzda belirginleşir. Artık, gözlemlenebilen veya gözlemlenemeyen davranışlarımız, yalnızken veya sosyal ortam içindeyken gösterdiğimiz davranışlarımız hakkında bir fikir ve algı sahibi oluruz. Buna benlik algısı deriz. İki yaşından itibaren şekillenmeye başlar. Olumlu ve olumsuz olabilir.
Benlik algımız temelde geçmiş yaşantımızdan ve yaşam tarzımızdan etkilenir, buna göre şekillenir. Yetişmemizde kullanılan ödül ve ceza sistemi, kendi adımıza kararlar alabilme, özgür irademizi kullanabilme, seçimler yapabilme durumuna göre benlik algımız ve kişiliğimiz şekillenir. Bu alanlarda fazla fırsat tanınmamışsa kişiliğimiz hakkında fikir sahibi olmamız zorlaşır. Ya da başkalarından duyduklarımız ve bize yapıştırılan özelliklere göre kendimizi değerlendiririz.
Çocukların, neyi sevip neyi sevmediklerini ve nasıl bir insan olduklarını anlamalarına yardımcı olan en temel şey “Seçim Yapabilme Hakkı”dır. Bu haktan yoksun bırakılmak benlik algısını olumsuz etkiler. Kişilik ve daha üst aşamada kendilik gelişimi için çocuğun kendi adına seçimler yaparak bu seçimlerin sonucunu yaşaması gerekir. Eğer size tek öğretilen şey kurallara uymanız gerektiği ise; kendinizin ne olduğunu ve neyi sevdiğinizi bilebilmenizin pek bir yolu yoktur. Her karar çocuklar adına başkaları tarafından alınırsa çocuklara nelerden hoşlandığı sorulmaz ve kim olduğunu keşfetmeye başlarken yapabildiği temel seçimleri yapmasına asla izin verilmez ise benlik anlayışı oluşmaz. Kendisini başkasının uzantısı (onların istekleri, kararları vb) olarak görür. Dolayısı ile başkaları onun adına her türlü kararı alabilir ve inisiyatifi kullanabilir.
Yazımda da belirttiğim gibi modern devlet anlayışını benimsemiş gibi gözükse de birçok organizasyonumuzda ve kurumlarımızda hâlâ tarihi alışkanlığımız olan asker-devlet anlayışını ve uygulamalarını devam ettiriyoruz. Buna örnek olarak da ilköğretim ve ortaöğretim öğrenci yurtlarını, yatılı okulları, yatılı Kuran kurslarını, cemaat-dernek ve vakıflara ait yatılı öğrenci yerlerini, eğitim merkezlerini vermiştim. Özellikle yaşı küçük çocukların kaldığı bu yerlerde öğrencilerin kendileri adına kararlar alabilme, tercihte bulunabilme, özgür iradeleri ile seçimler yapabilme, kuralları belirleyebilme, ilgi ve yeteneklerine göre faaliyet ekleme ve çıkarma hakları bulunmamaktadır. Yatma ve kalkma saatlerinden tutun da yiyecekleri yemeğe ve bu yemeği yeme zorunluluğuna, yapılacak etkinlikler, okunacak kitaplar, ders çalışma saatleri, etkinlik ve aktivitelerin içeriği, sokağa çıkma ve kalacağı yere geri dönme saatine kadar her karar önceden başkaları tarafından alınmıştır. Çocuktan beklenen bu süreci düşünmesi değil, belirlenmiş olan bu kurallara uymasıdır.
Zannedildiği gibi bu durum sadece yaşı küçük çocukların kalacağı yerlerle sınırlı değildir. Okuduğum Üniversitenin KYK yurdunda yatakların yerini değiştirmek, oda yerleşim düzenini değiştirmek, kantin imkânları haricinde sıcak su temin etmek, çay ve kahve yapmak yasaktı. Elektrikli aletlerin kullanılmaması için odalarda priz bile bulunmazdı.
Keza, hangi ideoloji ve anlayışa ait olduğu fark etmez, okuyacağınız kitaplar, takip edeceğiniz konferanslar, katılacağınız seminer ve eğitim programları, izleyeceğiniz filimler, izin verilmeyen yayın ve kitaplar bellidir bu yerlerde.
Hâlbuki seçme iradesi ile ancak kişiliğimiz ortaya çıkar, kendimiz ile ilgili farkındalığımız artar. Kendimizi, zayıf ve güçlü yanlarımızı, zaaflarımızı daha iyi görmeye başlarız seçme iradesi ile. Kişiliğinin farkında olmanın üst mertebesi ise, kişilik ve kimliğimizde değiştirmeyi istediğimiz şeylere karar verebilmektir. Aslında bu değişme iradesine cesaret edebilmektir. Bu karar ve seçme iradesi; kendimiz hakkında bağımsız, etkilenmesiz ve dürüst bir fikre sahip olmamızı sağlar. Bunun sonucu ise “Kendini Kabul”dür.
Gücünü devletten ve merkezi otoriteden alan toplumlar için “kimlik” önceliklidir. Devletin-askerin güçlü olması insanları güçlü kılar. Bireyler gücünü oralardan ve dahi gruplardan, cemaat ve yapılardan alırlar. İnsanlar bu şekilde kendilerini güvende hissederler. Merkezi otorite açısından insanları yönetmek de bu şekilde daha kolaydır.
Ancak günümüz dünyasında işler değişti. Artık devletler gücünü daha çok sivil yapıdan almaktadır. Sivil yapılar yönetilmek veya korunmak yerine yönetime, ülkenin geleceğine ortak olmak istemektedirler. Devletlerin gelir kaynakları fetihler ve elde edilen ganimetler değildir artık. Sahip olduğunuz bilim ve fikir adamları, Akademia, uluslararası şirketler, sivil organizasyon yeteneğiniz kadar güçlüsünüz. Dolayısı ile merkezi bir noktadan herkesi rahatça yönetmek ve idare etmek işlevsel olmamaktadır. Özgüveni yüksek, kişisel yeteneklerinin-kendisinin ve potansiyellerinin farkında olan, girişimci, farklılıkları ile barışık bireyler artık devletler için daha önemlidir.
Kimin olduğuna aldırmıyorum; ancak ister devlet olsun, ister STK olsun, ister cemaat veya kurum olsun çocuk veya gençlerle ilgilenen, onlara barınma ve eğitim imkânı sağlayan her kesin/kesimin bilmesi gereken şey şudur: “Kişiliksiz Kimlikler” yaşadığımız Ülkenin önemli bir sorunudur. Bizden sonraki neslin kişilik-benlik-kendilik sahibi olmadan kimlik sahibi olmaları artık işe yaramayacaktır ve bu kesimlerin ellerinde kalacaktır.