“Söz”ün kıymetinin henüz kaybolmadığı zamanlara yetiştim diyebilirim. “Söz”ün senet sayıldığı, kalplerin “söz” ile fethedildiği;
Ferman buyur Sultanım, gideyim artık!
Yol uzun
Yüküm meşakkat…
Söyle bana güneş ne zaman doğacak?
Dendiğinde “Ferman”, yârin ağzından çıkacak bir “söz” idi henüz o zamanlar.
Ve yine bir zamanlar, Göklerden “söz”ler inerdi bereketli gecelerde ve tüm arzuhaller söz ile yapılırdı. Gözyaşlarına eşlik etmekteydi avuçlara fısıldanan sözlerin ağırlığı.
“Şüphesiz biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz vahyedeceğiz.”(Müzzemmil/5) dendiğinde, “söz”ün bir ağırlığı hala vardı.
Hatırlayın o kutlu anı: İQRA’ dendiğinde de ortada sadece söz vardı, yazı yoktu.
O kutlu Nebi’nin (a.s.) dilinden dökülenler tüm o gönülleri fethediyordu. Kelam ile mest olanlar, ser verenler; kaleme ihtiyaç duymuyorlardı henüz. Taif dönüşü, mahzun Nebi’yi (a.s.) korumasına alan ve bunu Ka’bede ilan eden Mut’im bin Adiyy de kaleme ihtiyaç duymamıştı. Söz, namustu.
Evet, sözün tarihi İnsanlık tarihi ile eşdeğerdir dersek yanlış söylemiş olmayız sanırım. Sözün kıymeti ile sahibinin kıymeti aynı oldu hep.
Bundan olacak ki, liderlerinin bir sözü ile topluca iman eden kabilelere İslam tarihinde de rastlamaktayız. Ve söz, çiğnenmeyecek kadar yüce idi hala. Söz ile hüküm verilir, kaderler takdir edilirdi. Mezhepler tarihi kaynaklarında okuduğumu hatırlıyorum. Halifelerin huzurunda tartışma meclisleri kurulur ve söz sahipleri tartışırlardı. Kim galip gelirse onun hükmü geçerli olur ve diğeri idam edilirdi. Fikirler ve hakikatler söz ile yayılır ve yankı bulurdu. Kitleler de sözleri takip eder ve söz sahibine tabi olurlardı.
Evet, sözü uzatmamak lazım. Son birkaç yüz yıla kadar durum genelde böyle idi. Fikirler ve inançlar şahıslar/liderler üzerinden onların sözleri ile yayılırdı. Kitlelerin duygularına iki şey ile hitap edebilirdiniz. Biri ameller-davranışlar idi. Diğeri etkili ve ikna edici sözler idi. Göz ve kulak ile kalbe ulaşılırdı. Kimin sesi işitiliyor ise ve kim göze hoş geliyorsa o kalıcı olur; diğerleri tarih sahnesinden siliniyordu. Dolayısı ile hafızalardan da silinirdi.
Hakikatin kalıcı olması bir açıdan iki şeye bağlanmış oluyordu: Söze ve sözü kabul edecek kitleye. Bu nedenle Hakikati savunmak hayati bir konu idi. Muhalif seslerin çok çıkması ve giderek takipçilerin artması sizin ve hakikatin yok olması demekti. Savunma ve susturma ile ilgili bu çabanın arka planında bu anlattıklarımın etkisi büyüktür diye düşünüyorum.
Binlerce Peygamberin gönderilmiş olmasının, hatta aynı kavme birden çok peygamberin görevlendirilmiş olmasının nedeni insanlık hafızasında hakikatin yok olmaması içindi bence. Ta ki son Peygamber’e kadar. Hz. Muhammmed’in (a.s.) inen vahyi bir şekilde yazdırması, Allah kendilerinden razı olsun, sahabenin Kur’an’ı yazıya aktarmadaki hassasiyeti ve Mushafları çoğaltmaları, hadislerin kayıt altına alınması, eski vahiy serüvenlerinden farklı olarak İslam bilgi ve birikiminin titizlikle yazıya aktarılmış olması “sözün gücü”nün yanına “yazının gücü”nü yerleştirdi. Artık hakikat dediğimiz şey, birilerinin sürülmesi, ölmesi, öldürülmesi, sesinin bastırılması ile yok olmuyordu.
Ancak, bilmem kaç yüz bin yıllık alışkanlık nedeni ile kitleler yazıya değil söze tabi olmaya devam etmişlerdir. Öncü kişiler, kitaplardan daha etkili olmuştur hep. Belki de bunun nedeni sözün kalbe, yazının akla hitap ediyor olmasındandır; bilemiyorum.
Hakikati savunmayı ve hakikat namına herkesi susturmayı kutsal bir görev bilen “zihinlerin” gözden ilk kaçırdıkları şey yazının kalıcılığı olmuştur. Bütün muhalifleri sürseniz ve hatta hepsini assanız da yazdıklarını yok edemiyordunuz. Sanırım bu zihinlerin kâbusu şu olmuştur: “Yazılar, yazarlardan hep daha uzun yaşayacak!”
Bu savunan ve susturan “zihinlerin” gözden kaçırdıkları (ve anlamamakta ısrar ettikleri) ikinci şey ise günümüzdeki görsel ve işitsel medya/kayıt/yayın sistemidir. Bırakın kişileri, devletler bile artık bu sanal akıma engel olamamaktadırlar. Hakikat namına susturduğunuz bir sesin yankısını dünyanın öbür ucunda duyuyorsunuz artık. Hem de ilk çıktığı andan daha yüksek bir frekansta.
Evet, belki “Önce Söz Vardı”, ancak zamanla onun yanına “yazı” da yanaştı. Ve fakat şimdi, kitleleri ikisinden de daha çok etkileyecek olan “Görüntülü Kayıtlar/Yayınlar” çağı başladı.
Bu çağda artık hiçbir şey yok olmuyor, susturulamıyor, sürülemiyor, engellenemiyor. İşin güzel tarafı bu durum sadece sizin muhalifiniz için geçerli değil. Bu imkânlar sizin için de geçerli. Yani tarihin hafızasından silinmesinden korktuğunuz o “Hakikat” artık silinmiyor. Kim ne yaparsa yapsın! İsteyen istediği anda sizin dilinizden, gözünüzden, kaleminizden, amelinizden dökülen o hakikate ulaşabilir.
Farkında olalım, bu gerçekliği (herşeyin kayıt altında olması ve kaybolmaması) algılayamayan kişilerin şizofrenik tavrı (kendilerini hala yazının ve kayıtların olmadığı çağda yaşıyor zannediyorlar) insanları iyice kendilerinden ve savundukları hakikatten soğutmaktadır.
Bu nedenle korkmayın, kırmayın, dağıtmayın; hakikat adına yaşadığınız çağın hakikatini gözden kaçırmayın.
Kıyamet yaklaştı ve mahşerin küçük bir sahnesini de yaşıyoruz şimdilerde:
Kehf Suresi/49: ……… “Vay halimize! Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş!” dediklerini görürsün. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır…..
Evet, kimse korkmasın! Kim neye ulaşmak istiyorsa, anında ulaşabilir. Sözüne ve savunduğu hakikate güvenenler bilsin ki; susturmak için bağırmanıza, asmanıza, sürmenize gerek yok artık. Çünkü sizi kimse susturamaz!