Tanrı’nın Derdi Neden İnsanın da Derdi Olmadı?

Paylaş

Dinleri algılamada ve değerlendirmede esas mesele, ya da başka ifade ile dinin mükemmel olmasındaki sebep dinin “Tanrı” tarafından vahyedilmiş/indirilmiş olması mıdır? Tanrı, indirdiği dinde kendi yüceliğini mi sergilemiştir ve bizler dine baktığımızda “Tanrı”nın büyüklüğünü ve mükemmelliğini mi görürüz? “Tanrı”yı soyutlamak istemiyorum; lakin “Din”de gündem tanrı mıdır?
Kendi yaşadığı zaman diliminin kalıplarından ve megalomanyasından kurtulamayan günümüz insanı, kadim insanlık tarihini ve dolayısı ile İslam/Peygamberler tarihini değerlendirmede ve anlamada hataya düşüyor. Bu hata da şudur: Dini emirleri ve nehiyleri, Peygamberin sireti sırasında meydana gelen olayları Allah’ın zatını düşünerek; böyle bir emrin ve vahyin Allah’ın zatına yakışıp yakışmadığı üzerinden anlamaya çalışıyor ve dolayısı ile itirazını dile getiriyor.
Tarih boyunca gelen vahiylerde şeriatlar, ibadetler neden değişiklik gösterdi? Allah daha önce istediği şeyden sonra neden vazgeçti? Şimdi durup baktığımızda gönlümüzün kabullenmediği olaylara Allah neden izin verdi ve hatta istedi? Allah böyle bir şeyi ister mi hiç? Günümüzde uygulanamayacağı aşikâr olan emirleri istemiş olmak Allah’a yakışır mı?.. gibi uzayabilecek ve çeşitlendirilebilecek itirazlar yapılmaktadır.

Konu ile ilgili naçizane bazı tespitlerim var, onları paylaşmak isterim.

Birincisi, genel anlamda insanlık tarihi boyunca vahiylerde ve özelde İslam dininde asıl gündem Allah’ın zatı değildir. Her defasında bunun kavranamayacağı vurgulanmıştır. Bu konuda insan zihninin en somut/çocuksu ve primitif talebi olan Allah’ın görülmesi talebi reddedilmiştir. Çünkü ayetler, vahiyler, tabiat olayları ve gündelik yaşantıda algılanan-gözlenen şeylerin hepsi Allah’ın zatı ile ilgili değil; Onun esması ile ilgilidir. Zatı ile ilgili en bariz talep olan ve ilk anda her kesin aklına gelecek olan “görme” talebi ise malumunuz reddedilmiştir. Bunun yerine, insanın dikkati Allah’ın esma’sına yöneltilmiştir. Genel kabul gören 99 Esma-i Hüsna diye bildiğimiz isimler/sıfatlar insanlara yansıması olan şeylerdir.

Rahmet, Şefkat, Kudret, İrade, Yaratma, İşitme, Görme, Bilme, Gözeten-Koruyan, Şekil Veren gibi sıfat ve isimler doğrudan veya dolaylı olarak hep yaratılmışlarla ilgilidir. Hatta gerçek ve birinci anlamı ile Allah’a yakıştırmadığımız esma ve sıfatlar bile (görme, işitme, gazaplanma, kelam…) insan idraki ile ilgilidir. Yani asıl konu bu sıfat ve isimlerin insan idraki ve yaşamı üzerindeki etkisidir. Yoksa her kesin malumudur ki, Allah’ı 99 esma ve sıfat ile sınırlamamaktayız.

Kendisini gören bir Tanrı algısının yapıp ettiklerimize olan etkisi üzerinden Allah’ın Basir olması bizim için anlamlıdır. Yoksa hakikatinde Allah’ın bizim görmemiz gibi görüyor olmasını O’na yakıştırmayız ve bu konunun hakikati hakkında da bilgi sahibi değiliz. Allah’ın Semi’ olması ve bizi her yerde duyuyor olması, konuştuklarımız üzerinde kontrol gücü verir bize. Bu esma, bize Allah’ın bizim gibi kulak vasıtası ile işittiği anlamını vermez. O zaman burada asıl gündem İnsan ve İnsanın eylemleri üzerindeki etkisidir; Allah’ın zatı değildir. Bu durumu vahyin genel içeriğinde ve ayetlerde de görebiliyoruz.

İkinci tespitim, farklı yazılarımda belirttiğim gibi Peygamberler tarihi boyunca vahyin indiği zaman/zemin ve toplum ana belirleyici unsur olmuştur. Tabiri caizse “Tanrının derdi”, insanın kendisi idi ve dolayısı ile vahyin ekseni insanın ne olduğu ve o dönemde ne yapabileceği idi.

Peygamberin kullanacağı tebliğ metodu, inecek vahyin içeriği, toplumun ıslah ve helak şekli hep o topluma uygun olmuştur. Yabancı oldukları, bünyelerine ve idraklerine uymayan bir tebliğ ile muhatap olmamışlardır. Bütün emir ve nehiyler, sosyal ve tarihi sınırlılıklarını, hassasiyetlerini ve zaaflarını gözetiyordu. Gelen vahiy, emir ve nehiyler de toplumun yabancı olduğu, ilk defa duyduğu ve varlığına/uygulanabilirliğine itiraz edecekleri şeyler değildi.
Zaten bu yüzden özelde Hz. Muhammed’in tebliğ sürecinde gözlemliyoruz ki:
Şer’i uygulamanın mantıksızlığına veya uygulanabilirliğine değil; uygulamaların ahlaki oluşu ile ilgili itirazlar oluyordu.
• Zekatı neden vermek zorunda olayım?
• Malımı neden paylaşayım?
• Neden cihad etmek zorunda olayım?
• Ganimetler neden bu şekilde paylaşılıyor? Neden daha fazla alamıyorum?
• Onunla neden eşitim veya eşit değilim?
• Kölem üzerinde neden her türlü tasarrufa sahip değilim?
• Neden istediğim kadar kişi ve istediğim kişi ile evlenemiyorum?
• İstediğim an ve şekilde neden boşanamıyorum?
Vahiy, uygulanabilirlilik sınırları içinde idi ve fakat itiraz edenler “sınırlanma” durumuna karşı bir duruş sergilemekteydiler.
Benim bundan anladığım şey, Allah’ın gündemi İnsan ve İnsanın bireysel ve toplumsal yapabilirlilik sınırları olduğudur.
Ancak bu durum sonraları değişime uğradı: Vahiy, her dönemde öncelikle Beşer’in İnsan olabilme potansiyelini gözetti. İnsan ise, inen vahiyde Allah’ın zatını gözetme hassasiyetini tercih etti. İnsan faktöründen dolayı her dönemde (hatta aynı Peygamberin farklı dönemlerinde) değişikliği göze alan vahye rağmen, insan değişime itiraz etti. Neden?
İnen vahyin temeline/eksenine/maksadına Allah’ın zatını yerleştirdi. Dolayısı ile yüzlerce yıl boyunca insanlık ailesinde meydana gelen değişimi vahyin uygulamasına yansıtmadılar. Vahyi, korunması gereken bir şey olarak algıladılar. Uygulamada meydana gelecek değişiklikleri Allah’ın zatına ihanet olarak değerlendirdiler. Bu durum, Müslümanlarda donukluğa, tarihi başa alıp yeniden yaşama idealine, geriye dönüş felsefesine, geçmişin sürekli olarak kutsanmasına; tarihin yapısı gereği meydana gelen değişimi kabullenmede sorunlara neden oldu.
Bunları söylediğimde, sanırım zihinde uyanacak itiraz ve anlamın konuları şunlar olacaktı: İbadetlerin şekilleri, giyim kuşam, cezalar ve savaş hukuku gibi konulardır. Bunları değiştirirsek geriye din adına ne kalacaktır ki! Fakat aslında benim maksadım bu değildir.
Yani vahyin “haram” dediği bir şeye “artık haram demeyelim”, demiyorum. Fakat ben değerlendirme şeklimizin ve gündemimizin değişmesi gerektiğini vurguluyorum.
Örneğin Hz. Zekeriyya, Hz. İsa ve Hz. Yahya peygamberlerin gündeminde ataları Hz. İbrahim’in elleri ile inşa ettiği Ka’be yoktu. Süleyman Ma’bedi ve din adamları vardı. Hz. Muhammed de bir gece eline balta alıp tüm putları kırmadı. Kırmamış olması, Hz. İbrahim’e katılmadığı ve eylemini onaylamadığı anlamı taşımıyordu. Şimdi ve burada aşiret ve aşiret dengeleri benim için anlamsız ve işlevsiz. Peki aynı durum Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için de böyle miydi?
Bu nedenle ben, şimdi artık tanımlama, sınıflama ve değerlendirme şekillerimizin değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Kavrayışımız ve kavramlarımız değişmeli. Önceliklerimiz ve tasnif şeklimiz de!
İkinci evliliğini imam nikahı ile yapıp, bunu dini fıkha uygun olarak yapabilir. Ancak tek eşliliğin yasal zorunluluk olduğu toplumda, ikinci eşi ve onun çocuklarını yasal haklarından mahrum etmek dine uygun değildir artık.
Dinin indiği dönemde insanlık ailesi (zihinde ve yasada) müslim ve gayrı müslim diye iki sınıfa ayrılmış olabilir. Ancak ben günümüz ortamında ne zihnimde ne de yasada müslim ve gayrı müslim sınıflaması yapamam artık. Çünkü Müslim dediklerim bile İslamlıkları üzerinde ittifak halinde değiller.

Kadim tarihte dini ilimler ve dünyevi ilimler sınıflaması anlamlı olabilir. Ancak artık ilmi Dini/Dünyevi diye sınıflayamam. Dolayısı ile bilimsel bilgi diye tarif edilen bilgi sistemi ile arama mesafe (duygusal ve fiili) koyamam. Yani bilgi sınıflamasını inanç temelinden yapamam. Vahyin en başında, Din ve vahiy dediğimiz şeyin ne olduğu iyice aşikar olsun diye bu hassasiyet gözetilmeliydi doğrudur. Ancak şimdi buna ihtiyaç kaldığını düşünmüyorum.
Uygulamadaki yasalara karşı -dini olmama gerekçesi ile- mesafe koyamam. Onları, toplumun genelini içine alacak şekilde değişip dönüşmesi için gayretimi sarf ederim.
Bunları yapmak, dini atıl bırakmak ve işlevsiz görmek değildir diye düşünüyorum. Kendi özelimde farz yine farzdır, haram yine haramdır. Ancak yaşadığım dünyaya seyirci kalmadan aktif bir şekilde onun parçası olurum; zamana ve zemine uygun etkinlilik gösteririm. Çünkü vahiy, binlerce yıllık insanlık tarihinde hep öyle yapmıştır.

Dolayısı ile ben vahye, Allah’ın zatı dolayısı ile korunması gereken ve değişmemesi gereken bir şey muamelesi göstermeyi doğru ve işlevsel bulmuyorum. Bu ayetin belirttiği gibi gündemime birlikte yaşadığım insanı/toplumu alıyorum:
(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik. (Nahl Suresi/44)

Bu dinin müntesiplerince gösterilen çarpık bakış açısı dine muhalif olanlarda da kendisini göstermektedir. Dini emir ve yasaklarını, uygulama şeklini eleştirirken ayetlerin Allah’ın (/Bizim Allah olarak tarif ettiğimiz yaratıcıya) zatına yakışıp yakışmamasına göre değerlendirmektedir. Yani onların gündeminde de vahyin indiği toplum ve topluma olan etkisi yoktur. Bizzat Allah’ın zatı vardır. Hiç Allah böyle bir şeyi söyler ve emreder mi? Bunlara seyirci kalır mı? Hâlbuki mesele Allah olsaydı, hakikat hep aynı hakikattir. Emir, emirdir! Değişim-dönüşüm-erteleme-esnetme-kısma-hafifletme olmaz. Ne ise o! insanın işine gelirse…

Son söz diyorum ki, insan için vahiy indiren Allah’a rağmen buyursunlar kendileri daha güzelini ve insana uygun olanı bulsunlar ve uygulasınlar. İtirazım yok. Dünya burada, insan burada. Herkes kendi nizamını kursun; kuruyorlar da!
Müslümanlar da buyursunlar, Allah’ın indirdiği vahyi bu zamanda en güzel şekliyle uygulamanın yolunu bulsunlar. Vahyin ve vahyin sahibi olan Allah’ın; göktekinin korunmaya ihtiyacı yoktur. Korunması gereken yerde, hemen yanı başındaki insandır.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap