Keramet hak mıdır?
Gaybı bilmek mümkün mü?
Nazar değmesi hak mıdır?
Sihir, büyü, muska hakkında ne söylenebilir?
Ölmüş kişilerden yardım istenir mi?
Ölmemiş olsa bile Allah’tan başkasından yardım istenebilir mi?
Rivayetlerde geçen mucizeler hakkında ne söylenebilir?
Gibi onlarca konu hakkında uzun ve hararetli tartışmalar vardı biz zamanlar. Hatta bunun üzerine karşılıklı tekfir etme (dinden çıkma iddiası) yarışları başlardı yazılı veya sözlü bir şekilde.
İlgili eserlerde veya bu konuyu tartışanlarda konunun ele alınması alanı genellikle “Tevhid-Şirk”, “Peygamberlik-Velilik”, “Sahih olma – Uydurma olma”, “Nassa uygunluk veya Nassa aykırılık” bağlamında olurdu.
Dolayısı ile bunun üzerinden dinin asli kaynakları, dinin hakikati tartışmaları da başlamış olurdu. Bu açıdan konu dine, dinin aslına uygunluğu noktasında ele alınırdı.
Kendi tarihim açısından ele alacak olursam, aradan geçen 25-30 yılın ardından bu konunun tartışma alanı ve bağlamı artık değişti diye düşünüyorum.
Yani 2023 yılında yazıda bahsi geçen tartışmaların reddedilme nedeni ile doksanlı yıllarda bahsi geçen konuların reddedilme nedeni farklıdır artık.
İster günümüzün mantalitesi ile bu konuya bakalım ister seksenli ve doksanlı yılların mantalitesi ile bakalım; reddeden kişiler olarak gözden kaçırdığımız/kaçırılan bir nokta var. O da doğaya, canlı ve cansız varlıklara dair algıdır. Bu algı ıskalanarak konunun dine ve nassa uygunluğu açısından ele alınması iki ayrı dili konuşanların tartışmasına benzemektedir.
İnsanın ateşte yanmaması mümkün mü?
Ağaç yürür mü?
Deve ağlar mı?
Deniz yarılır mı?
Dağlar konuşur mu?
İnsan aynı anda iki mekanda bulunabilir mi?
Bir anda yüzlerce km mesafeye gidip dönebilir misin?
Ölmüş kişiler ile iletişim kurulabilir mi?
Bir insan tabiat olaylarına ve fizik kurallarına (kuralın dışına çıkarak) müdahale edebilir mi?
Deprem ile konuşulur mu?
Depreme engel olunabilir mi ve başka yere gitmesi sağlanabilir mi?
İnsanı etten – kemikten – kandan ibaret görürsen, dağları taştan ve topraktan, denizi sudan ibaret olarak görürsen bunların hiçbirisine ihtimal vermezsin. Ancak varlığın tümünde Tanrısal bir tarafın var olduğuna inanırsan, varlığın var oluşunu ve var olmaya devam edişini varlığın kendisi ile değil de Tanrı ile açıklarsan bunların hepsi mümkündür ve caizdir.
Bu mantık çerçevesinde insan anında buharlaşabilir, ruh ve beden arasında gidip gelebilir, cinlerle irtibat kurabilir, cinleri görebilir, birinin ruhu senin ruhun ile iletişim kurabilir, İnsanın içine Tanrı da girebilir – Melek de girebilir Cin ve Şeytan da girebilir. Aynı mantıkta ağaçlar ve taşlar konuşabilir, deniz yutma özelliğinden ve ateş de yakma özelliğinden vazgeçebilir.
Bu anlayışın izlerini Eski Yunan’da, Eski Mısır’da, Şamanlık inancında, Hindistan – Çin – Japonya bölgelerinde, Amerika’nın eski Yerlilerinde görebiliriz. Varlık ile Tanrı (yaratıcı unsur) arasındaki geçirgenlik, etkileşim ve varlıktaki değişim günümüzden çok farklıdır.
Üç aşamalı değişimi gözlemek mümkündür bu tarihsel süreçte:
- Tanrı varsa (ki, vardır) her şey mümkündür. Varlığa, maddeye müdahale edebilir. Hatta varlığın kendisinin içinde bile Tanrısallık vardır. Varlığın kendisi aynı zamanda Tanrı’dır. Antik Yunan’daki Gaia – Uranos – Titanlar – Yarı Tanrılar, farklı kültürlerde var olan gök cisimleri – yıldızlar – burçlar ile ilgili inanışlar, Firavunların yarı Tanrı sayılması, Hz. İsa’nın durumu, Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Mevcud anlayışları, Panteizm hep bu Tanrı ile varlık arasındaki geçirgenlikten ve birliktelikten nasibini almıştır.
- İkinci sırada İslam anlayışının başını çektiği Tevhid anlayışı ve varlığı/Allah’ı onun (Allah’ın) anlattığı şekilde anlama çabası ve aşamasıdır. Bu öze dönüş ve arındırma çabası hem Risalet döneminde hem de sonraki dönemlerde karşımıza çıkar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) döneminde bu durum Tevhid olarak karşımıza çıkmıştır. Sonraki nesillerde de “dinin aslına” dönüş ve yine tevhid – şirk olarak karşımıza çıkar. Yani durum tevhide uygunluk ve dinin aslına uygunluk tarzında değerlendirilir. Özellikle Peygamber’den (s.a.v) sonraki dönemlerde çözülemeyen ve varlığı da reddedilemeyen sorunlar ile ilgili iki yöntem kullanıldı: Te’vil veya konu hakkında kabul ve ret durumuna girmeden olduğu gibi bırakma.
- Üçüncü aşama ise günümüzde hakim olan anlayıştır. Ki, bu anlayış bilimsel anlayıştan ve gelişmelerden etkilenmiştir.
Bu anlayışta madde, atom, hücre, moleküller vardır. Yani maddenin kendisi ve kendi içinde var olan kanunları vardır. Maddenin bir yapısı vardır ve bu yapının Tanrı ile doğrudan veya dolaylı bir irtibatı yoktur. Algılar, değerlendirmeler, beklentiler, sınırlar bunun üzerine inşa edilir.
İnsan buharlaşmaz, ateşte yanar ve suya batar. Bunların dışında buharlaşıyorsa ve ateşte yanmıyorsa bunun da maddi bir açıklaması vardır.
Dolayısı ile şimdiki mantalitede gaybı bilmenin, mucizenin, kerametin, bir ağacın yürümesinin, bebeğin konuşmasının, kütüğün ağlamasının tartışılacak bir anlamı yoktur. Anlam bulma ihtiyacı da yoktur. Bu konuların tevhid ve şirkin kapsamına girmesi veya dinin aslına uygun olup olmaması da sorun olarak değerlendirilmez.
Batı dünyası dediğimiz dünyada meydana gelen felsefi ve bilimsel gelişmelerin etkisi ile ortaya çıkmış ve yaygın kabul görmüş bu mantaliteden genelde inanç sahipleri ve özelde Müslümanlar da etkilenmişlerdir.
Bu nedenle günümüzde yazıda bahsi geçen konularda Müslüman kesimlerde tartışmanın ekseni bunların tevhid veya şirk sayılması değildir. Bu konuların, varlığın maddi yapısı ile çelişip çelişmemesine bakılır.
Bu anlamda inanmaya devam eden Müslüman kesim varlığı maddi sınırları içinde tutar. Ancak “Allah isterse bu sınırların dışına çıkabilir ve maddeyi de bu sınırların dışına çıkarabilir. Ve fakat Allah maddeye koyduğu yasaları ihlal etmez. Koyduğu yasalara bağlı kalır,” der. Bu nedenle bahsi geçen konulara uydurma ve efsane gözü ile bakar.
Bu yazının maksadı bahsi geçen konuların efsane ve uydurma olup olmadığını değerlendirmek değildir tabi ki.
İnsanın varlığa dair algısı ve mantalitesi “ihtimallerin, mümkün ve caiz olanın sınırlarını” çizer diyorum. Dolayısı ile muhatabınızın algısında Tanrı (Müslümanlar açısından Allah) ile doğa arasında geçirgenlik ve hatta birlik varsa; doğanın açıklaması Tanrı’nın (Müslümanlar açısından Allah’ın) kudreti üzerinden yapılıyorsa insan, Peygamber olmasa da Allah ile iletişim kurabilir, ilham alabilir, suda yürüyebilir, geleceği bilebilir, insan dışındaki canlı ve cansız varlıklarla konuşabilir, sihir/büyü yaparak varlığa müdahalede bulunabilir, ölmüş kişiler ile iletişim kurabilir. Bunlar ihtimalin – mümkünatın ve caiz olanın sınırları içerisindedir.
Bunu kavrayamazsak muhatabımıza ruh hastası, sapık, dinden çıkmış, muharrif, bid’atçi gözü ile bakmaya devam ederiz.
İnsanı etten – kemikten – kandan ibaret görürsen, dağları taştan ve topraktan, denizi sudan ibaret olarak görürsen bunların hiçbirisine ihtimal vermezsin. Ancak varlığın tümünde Tanrısal bir tarafın var olduğuna inanırsan, varlığın var oluşunu ve var olmaya devam edişini varlığın kendisi ile değil de Tanrı ile açıklarsan bunların hepsi mümkündür ve caizdir.
Diline kalemine kuvvet sayın hocam .
Teşekkür ederim Mustafa Hocam