İmam Şatıbi’nin (Öl: M. 1388) El-Muvafakat (El Muvafakat Fi Usuli’ş-şeri’a) isimli meşhur bir eseri vardır. Şer’i yükümlülüklerin maksatları hakkında önemli ve öncü bir eserdir.
Eser, maksatları üç başlık etrafında toplar ve dördüncüsünün olmadığını da vurgular
1. Zaruri Olanlar: Onsuz olmayan, din ve dünya işlerinin kıvamının kendisine bağlı bulunduğu hususlar.
Bir nevi bütün sistemin varlığının amacı bu zaruri maksatları korumaktır.
2. Haci (ihtiyaç duyulan) Olanlar: Genişlik ve kolaylık sağladığı için ihtiyaç duyulan, bulunmadığı zaman genelde sıkıntı ve güçlüklere sebep olan şeylerdir.
3. Tahsiniyyat: Güzel olanı isteme ve nahoş olandan uzak durma alanıdır.
Örnek ile izah etmek gerekirse: Din ve iman zaruriyattandır. Yolculukta oruç tutmamak, namazı kısaltmak haciyattandır. Güzel elbiselerin giyilmesi ve nafile ibadetler ise tahsiniyattandır.
Yine eserde bahsedildiği üzere Zaruriyyatın tamamı beş konuda toplanır:
- Dinin Korunması
- Nefsin (Can ve Hayat anlamında) korunması
- Neslin Korunması
- Malın Korunması
- Aklın Korunması
Bu beş hususun korunmasına bütün dinlerde/milletlerde riayet edilmiştir. (El-Muvafakat, II. Cilt, İz Yayıncılık, 3. Baskı, 2003)
İslam Dininin emrettiği ve nehyettiği tüm hususlar özünde bu beş alanı korumak içindir/içindi.
İnsanın dünya ve ahiret saadetini/maslahatını gözeten dini emir ve uygulamalar aynı zamanda dinin varlığını da garanti altına almayı hedeflemiştir.
Vardığım sonuca göre İslam, ontolojik olarak insanın varlığını ve dinin varlığını “bir” olarak kabul etmiştir. Dinsel paradigmada insan ve din asla ayrı tutulmamıştır ve ayrı tutulabileceğine dair bir senaryoyu gündeme almamıştır.
İnsanın varlık sahasına çıkması ile ilgili hikayesi bir Peygamber olan Hz. Adem (a.s.) ile başlar ve “yokluğu” yok sayarak hikayeyi cennet ve cehennem ile bitirir. Bir anlamda hikâyenin bitimsiz olduğunu, yaşamın dinsel bir sorumluluk ile başladığını ve ödül/ceza ile sonlanacağını belirtir.
Âdem-Cennet/Cehennem arası süreçte dinin ve dinsel yükümlülüğün olmadığı bir serüveni tanımaz. Bu nedenle de dinin maksadını insanı korumak ve insanın dünya/ahiret maslahatını sağlamak olarak gösterirken; insanın çabasını dinin korunmasına yönlendirir. İkisi ayrılmaz bir bütündür ve bu alanda düaliteyi kabul etmez. “Din ve nefis” yokluğu düşünülemez olandır bu açıdan.
Bir cana kıymayı engellemek adına “Kısasta Hayat Vardır” ilkesi sayesinde nefsin korunması garanti altına almaya çalışır. Ancak dinin korunması için Cihadı farz kılar ve bu uğurda ölmeyi şehitlik mertebesi ile ödüllendirir. Şehit olanların diri olduğunu da vurgular. Aslında hayat ve ölüme bambaşka bir anlam yükler.
Üçüncü (ilk iki maddeyi bir kabul edersek ikinci) sırada korunması gereken alan “Nesil” olmuştur. Anne ve babalık, aile olmak Hz. Âdem ve Hz. Havva ile başlar. İlk insan(lar) yeryüzüne aile olarak gönderilmişlerdir.
Genel kabul gören söylemi doğru olarak kabul edersek neslin korunmasını en baştan beri gözetmiş ve evlilikte çapraz evliliği uygulamaya koymuştur. Bu konudaki tartışma ve görüşleri bir kenara bırakarak diyebiliriz ki nesil, nesli korumak, anne ve babalık, çocuklar, çocukların kimlerden olduğu, kiminle evlenilebileceği gibi konular dinsel söylemde en başından beri gözetilmiştir.
Ailenin tanımı bir kadın ve erkek üzerinden yapılmış; evlilik dışı cinsel ilişki en başından beri reddedilmiştir.
Malın korunması ve aklın korunması ile ilgili emir ve yasaklar da malum konulardır. Mülkiyet, miras, ganimetler, hırsızın elinin kesilmesi, sarhoş edici maddelerin yasaklanması hep bu iki alanın korunması içindir.
Kısacası ibadetler, haramlar, helaller, emirler, yasaklar hep bu beş alanı korumak ve bu beş alandaki uygulamaları düzenlemek için var olmuştur.
Bir Müslümanın inanç dünyası ile reel dünyası arasında paralellik ve uyum vardır normalde. Yani yaşamı inancına göre şekillenir/şekillenirdi.
Çağımızda Müslümanların yaşadığı ve gözlemlediğimiz sorunlarının altında bu paralellik ve uyum vardır aslında.
Bir Müslüman (inancı) için hala dinin – nefsin – neslin – malın – aklın korunması zaruri olan hallerdendir.
Farklı yazılarımda ele aldığım üzere, bu beş alana ait korunmayı ve yasaları devletten bekliyordu. Gözünü açtığı dünyada devlet/siyasal iktidar bu beş alanı korumaya dair uygulamaları üstlenmekteydi. O da Müslüman olarak buna uyum gösterirdi.
Ta ki, yaşadığımız bu çağa kadar. Yaşadığımız bu çağda artık devletler hukuksal ve siyasal hayata dair kuralları dinsel kaynağa göre organize etmekten vazgeçmiştir. Bu yeni paradigmada parametreler değişmiş, ilkeler ve öncelikler yeniden belirlenmiştir. Kuralların kaynağı artık dinsel (ilahî) değil, dünyevi olmuştur. Egemenlik gökyüzünden yeryüzüne inmiştir. Kurallar artık Allah’ın (Tanrının) buyruklarına göre değil, insan aklına göre koyulmaya başlanmıştır. Sonuç olarak dindışı bir dünya ortaya çıkmıştır.
Aklın, laik düzenin egemen olduğu bu yenidünyada halkı Müslüman olan devletler de dini/İslam’ı korumayı bir yükümlülük olarak görmemektedir. Dolayısı ile yasalarında dini hükümlere yer vermemektedirler. İnanç özgürlüğünü sağlamayı bir yükümlülük olarak görse de; bir inancın uygulamalarını, yasalarını uygulamayı kendisine ait bir sorumluluk olarak görmemektedir.
Yaşam hakkını/Nefsin korunmasını vazife olarak görse de bunu yerine getirme şeklini değiştirmiştir. En basitinden “Göze göz, Dişe Diş; Kısasta Hayat Vardır” dememektedir.
Neslin korunması ile ilgili çok ciddi bir mantalite değişimine gittiğini söyleyebilirim. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada LGBTİ+, mutlak anlamda cinsiyet eşitliği, evlilik dışı ilişkileri de meşru görme, evlilik dışı ilişkide çocuk sahibi olmayı suç olarak görmeme, boşanmaların artması ve normalleşmesi vb. değişimler yaşanmaktadır. Bu alanlarla ilgili yasal düzenlemeler yapılsa da (kimlikte anne ve baba isimlerine yer verme, soy ismi kullanma, babalık davaları ve DNA testleri vb.) ahlaki bir değerlendirme ve değer yüklemesi yapılmamaktadır.
Malın korunması ile ilgili hassasiyet sürse de aklın korunması hakkındaki hassasiyet değişmiştir. Örnek vermek gerekirse sarhoş edici şeylerin ve uyuşturucu maddelerin kullanımı konusunda da uygulamalar farklılaşmıştır.
Dine, inanca dayalı dünyada ön planda tutulan ana konu sorumluluklar idi. Allah’a karşı, Devlete karşı, vatana ve millete karşı, aileye (anne-babaya-eşe-kocaya) karşı sorumluluklar ön planda tutulur ve eğitim (fiili-zihinsel eğitim) bunun üzerine inşa edilirdi. Dolayısı ile yaşam da bunun üzerine bina edilirdi.
Ancak şu an yaşadığımız dinden soyutlanmış dünyada (en azından görünürde) gündelik hayat sorumluluklar üzerine değil akıl ile konulmuş kişisel haklar üzerine bina edilmektedir. Kişisel hak ve özgürlükler daha popüler hale geldi. Sorumluluk ve yükümlüklerin yerini haklar ve özgürlükler almış durumdadır.
Mantalitesini inanç üzerine temellendiren bir Müslümanın bunu anlaması ve kabullenmesi çok zordur diye düşünüyorum. Yaşadığı içsel ve sosyal çatışmaları da buna bağlıyorum.
Artık Müslüman biri gözünü hayata açtığında, yaşadığı dünyada dinin korunması birinci ve vazgeçilmez amaç değildir. Böyle bir yaşamsal deneyimi hiç olmayacaktır. Yani din hayat içindir ve hayat da din içindir ilkesini sadece kitaplardan okuyacaktır.
Neslin korunması ile ilgili aşina olduğu emir ve yasaklar ile kişisel hak ve özgürlükler alanı çatışma içindedir. Ve sanırım galip gelecek olan şey de kişisel hak ve özgürlükler olacaktır.
“Cinsiyet” üzerine yürütülen süreci ve beklenen sorunları önemsiyorum; fakat kadınların hala kendilerini pazarlık konusu görmelerini, iyi gelirli bir eşi öncelemelerini, evlenebilmek için şimdiki para ile (saçma sapan adet ve uygulamalar nedeni ile) 500 bin liraya ihtiyaç duymayı, iş-ekonomik şartlar gereği evlilik yaşının 30 yaşına çıkmasını daha çok önemsiyorum.
Müslümanlar (olarak bizler) Rahman Suresi 19-20. Ayetteki iki denizin bir birine karışmaması gibi bizden olamayan dünyaya karışmamayı arzu/hayal ediyor olabiliriz. Ancak, birey-toplum-devlet üçgeninde değer ve yasa arasında bir ilişki vardır diye düşünüyorum. Temasın olduğu her yerde alış-veriş olur.
Sorumluluk ve yükümlülükler üzerine inşa ettiğimiz inanç dünyamız ile hak ve özgürlükler üzerine oturtulan reel dünyamız çatışma halindedir.
Birçok alanda değiştiğimizi, bu değişimlerin artarak devam edeceğini yadsıyarak devam edemeyeceğimizi; normalleşmenin ve dengeyi yakalamanın ilk basamağı olarak da hak ve özgürlükler üzerine daha fazla kafa yormak gerektiğini düşünüyorum.