Bugün çok yorgunum. Uyumak istiyorum. Çocukluğumdan beri kaçtığım sığınaktır uyku. Çocukken yoruldum diyemez, sadece uykum geldi derdim. Artık yoruldum diyebiliyorum.
Uyumak istiyorum. Düşümde yağız bir atın sırtında bozkır kokusunu içime çeke çeke dört nala koşmak istiyorum. Bazen dört nala koşmak bazen ise rahvan at misali usul usul boyunlarından kırılmış buğday saplarının arasından geçmek istiyorum. Onların hikayesi cezbediyor beni. Doğumları, büyümeleri, baş vermeleri ve çok acıdır ya boyunlarından kırılmaları. Rahvan atımla beraber onlara ahvallerini sormak istiyorum. Ama öyle yorgunum ki düşümde bile sıçrıyorum. Bu yorgunluk düşümü bile rahatsız ediyor. Sahi anne; sen bilirsin, bu neyin yorgunluğu böyle? Nedir beni bu kadar yoran? Senin bilmediğin yok anne, sen muhakkak bilirsin.
Sen bilemezsen de atlara sorarız. Onlar kulağımıza fısıldar neyimiz olduğunu. Ben belki anlayamam atların ne fısıldadığı ama sen kesin anlarsın anne. Eskiden konuşurdun sen nebatat, hayvanat ile. Yine konuşursun. Beni korurdun onlara karşı hatırladın mı? Onlar da seni çok severlerdi ve sözünü hiç aksatmazlardı.
Sahi anne, senin de hiç yorulduğun oldu mu? Böyle ne kadar uyursan uyu, ne kadar dinlenirsen dinlen yorgunluğunun geçmediği oldu mu?
Atlar gitti mi dedin anne? Sen gitti demezdin anne. Umut yüklü cümlelerin olurdu senin. Kıtar dolusu umutların olurdu senin, seninle beraber cümleye ısmarladığın, aşıladığın, nasiplendirdiğin. Senin atların gitmezdi anne. Gelecek derdin de gitti demezdin. Sende mi yoruldum anne? Ama hani anneler yorulmazdı?
Peki ya atlar nasıl gitti anne? Arkalarına baktılar mı? Böyle arkaya bakarken yeleleri de savruldu mu? Geri dönecekler miymiş?
Ya atlar dönmezse anne? Yelelerine sakladığım hülyaları getirmezlerse bana. Rahvan atlarda gitti mi anne? Sence de bu bozkır sapları onlarsız pek yavan kalmaz mı anne?