İnsan fikirsel açıdan sürekli bir gelişim ve değişim süreci içindedir. Araştırır, öğrenir ve kimi zaman öğrendiklerini sorgulama ihtiyacı hisseder. Bilinçli ya da bilinçsiz sürekli yeni bilgilere maruz kalan bizler, bu verileri akıl süzgecinden geçirip mevcut bilgilerimizle mukayese ederiz. Benimsediğimiz çoğu fikir ve inançlar bu doğrultuda şekillenir. Bu yüzden öğrenip içselleştirdiğimiz her yeni bilgi bizim için kıymetlidir. Onlara sahip olunca aydınlanmış gibi hissederiz. İnsanın sahip olduğu fikir ve düşüncelere kıymet vermesi tabii ki güzeldir; ancak bunun belli bir dereceyi aşması gizli bir “zihinsel kibir” tehlikesini de beraberinde getirir. Bu kibir ise, insanı kendi fikirlerinin kölesi yapma potansiyeli taşır.

Bazen fikirlerimize o kadar saplantılı hale geliriz ki, “haklı” olmak adına -bilgimizin yüzeysel olduğu konularda bile- kendi doğrumuzu karşımızdaki kişiye kabul ettirme çabasına gireriz. Karşı taraf da benzer bir tutum sergileyince olay hakikat arayışından çıkıp bir ego yarışına dönüşür. Bu yarışta taraflar savunduğu fikrin tenkidini sevmez, itirazlara sinirlenir; dahası karşılıklı sertleşmeler meydana gelebilir. Oysaki tartışma bir tür çatışma hali değil, müşterek bir hakikat arayışı olmalıdır. Her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğini iddia eden, kendisini aydınlıkta karşısındakini karaklıkta gören her türlü yaklaşım fikirsel bir yobazlıktır. Bu yaklaşımın barındırdığı kibir, zıt fikirlerin taşıdığı hakikat payının görülmesine engel olup insanın fikirsel gelişimini baltalar. Bunun önüne geçmek için farklılıklara karşı hoşgörü çıtamızı biraz yükseltmeli, gerektiğinde yeni paradigmalar geliştirmekten kaçınmamalıyız. Mutlak hakikati Allah’tan başka kimsenin bilmediğinin, bilimsel ya da felsefi verilerin bize göreceli ve ihtimalî bir anlayıştan fazlasını vadetmediğinin bilincinde olmamız gerekir. Ancak bu sayede hakikati arama yolunda bize aykırı gelen görüşlerin de doğru olabileceğinin farkına varıp kendimizi fikirlerin kölesi olmaktan kurtarabiliriz.

Değinmek istediğim bir diğer önemli unsur ise üslup. Derdimiz gerçekten doğruyu anlatmak ise, zaman zaman üslubumuz neden sertleşir? Oysa yumuşak bir dile ve düzgün bir ifade şekline sahip olmak faydalı bir etkileşimin önkoşuludur; hakikat kılıç tokuşturarak anlatılmaz. Bu bağlamda sevdiğim bir tebliğ tanımını paylaşmak isterim, şöyle ki: “Tebliğ; iyiyi, doğruyu ve güzeli insanların idrakine nezaket ile sunup edep ile geri çekilmedir.” Bu tanımı her insanın kendine düstur edinmesinde fayda var. Zira biz özellikle “edep ile geri çekilme” konusunda oldukça zayıfız. Halbuki bir fikri savunurken çok fazla ısrarcı olmak, samimiyetimizi azaltmakla kalmayıp o fikre olan inancımızın da zayıf olduğunu gösterir. Bilinmelidir ki, bir fikrin doğruluğu ya da yanlışlığı onu benimseyenlerin niceliği ile ölçülmez. Dolayısıyla fikirlere ortak bulmaya çalışmanın bir manası yoktur. Üstelik yanlış olan biz isek, bu ısrar karşımızdakini de bu yanlışa sürükleyebilir. O halde herhangi bir fikrî tartışmaya girmeden önce kendimize soralım: Hakikat arayışında samimi miyiz? Eğer değilsek bu tartışma kavga ve ayrılıktan başka bir şey getirmeyecektir.

 

Sefa KELEŞ

Yorum yap