Paylaş

İnanç bir şeye sağlam bir şekilde, kesin, gönülden bağlanma; güvenme ve doğru sayma halidir diyebiliriz. Günümüzde bir anlamda kişisel kanaat halini de almıştır. İnanç ve kanaatlerimiz dolayısı ile savaşmaya gerek olmadığını ve bu konularda farklılıkların doğal olduğunu düşünsem de yaşananlar ve yaşanmaya devam edenler farklı görünüyor.
İslam tarihi özelinden ele alırsak, (sayılarda ihtilaf olsa da) Cemel Savaşında (M.S. 656) 20 bin, Sıffin Savaşında (M.S. 657) 70 bin kişi ölmüştür. Tarafları Müslüman olan bu iki olayda aynı inanca sahip olanlar bir birlerini öldürmüşlerdir.

Neden?

Bu soruya cevap bulabilmek için başka bazı sorulara daha cevap aramak gerekir.
Miladi 610 yılında inmeye başlayan o ilk vahiy ve peyderpey inmeye başlayan ayetler Mekke toplumu için ne anlama geliyordu?
O vadide yaşayan bir avuç insan neden kardeşlerini, babalarını, oğullarını ve kızlarını öldürmeye, onlara işkence yapmaya başladılar ki?
Vahiy ve din üzerinden neyi paylaşamıyorlardı?

Vahiy, dünya hayatı ve ölüm ötesi hayat ile ilgili önemli bazı soruları insanların karşısına sorun olarak çıkarıyordu:
Birincisi bu dünyayı kimin inancı ve anlayışı yönetecek?
İkincisi ölüm ötesi hayatta cehenneme mi gideceksiniz cennete mi?
Bu iki soruyu ve cevabını önemseyen insanlar farklı inançta olan insanlar ile karşı karşıya geliyorlardı ve inançlarını sıradan bir kanaat olarak görmek yerine hayati bir konu olarak değerlendiriyorlardı.

1: Bu dünyayı kimin inancı ve anlayışı yönetecek?

Tıpkı şu ayette belirtildiği gibi:
Hud Suresi 87: Dediler ki: “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.”

Hz. Şuayb (a.s.) ve onun kavmi için namaz sadece bireysel bir ibadet anlamı taşımıyordu demek ki.
Tıpkı bizim için düşünsel/entelektüel bir konu olan ikrâ’ (oku) emrinin Mekkeliler için hayati bir konu olması gibi. Yaratan Rabbin adı ile okuyan kişiler Yaratan Rabbin adı ile yaşamaları gerektiğini ve dolayısı ile hayatlarında ciddi değişikliklere gitmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Dolayısı ile “Vahiy/Din” demek yaşam tarzı demekti.

Ölmemek için yaşayan ve yaşamak için öldüren insanların çok olduğu o zaman diliminde din ve vahiy demek her şeyin değişmesi demekti. Ticaret, ekonomi, yönetme, evlilik ve aile hukuku, diğer devletlerle kurulan ilişki şekli inanç öğretilerinin tavsiye ve emirleri doğrultusunda değişecekti. Eski yaşam tarzlarını değiştirmek istemeyen insanların buna direnmesi, karşı gelmesi, savaşması kaçınılmazdı.

Farklı dinlere/inanışlara sahip kişilerin karşı karşıya gelmeleri ve savaşmaları anlaşılır bir şeydir.
Peki ya aynı dine inanan kişilerin savaşır duruma gelmelerini ne ile açıklayacağız?

Hz. Muhammed’e (a.s.) karşı gelmek vahye karşı gelmek ve vahye karşı gelmek de Allah’a karşı gelmek demekti. Bu durum birlikteliği sağlamakta ve ihtilafı engellemekte idi. Ancak Peygamberin vefatından sonra birlikteliği sağlayan ve farklı çıkışları engelleyen Peygamber-Vahiy-Allah birlikteliği faktörü devre dışı kaldı. Peygamberden kalanlara dair algılar ve görüşler ön plana çıktı. Ki, bu da kaçınılmaz bir sonuçtur.

Artık din demek inen vahiy değil, inmiş olan vahye dair görüşler demekti.
Bu açıdan aynı dine ve aynı Allah’a inanan insanların savaşma sebebi yaşadıkları dünyayı kimin anlayışının yöneteceği savaşı idi. Varlık nasıl paylaşılacak, devlet kademelerinde kimler imtiyazlı olacak, kimin sesi daha çok çıkacak ve kimlerin sesi kısılacak?..
Din demek bir anlamda bu soruların cevabı kimin lehinde olacak demektir artık.

Savaşlar, ihtilaflar ve öldürmeler nedeni ile oluşan vicdan azabını dindirmenin ve içten gelen o sesi ve dışarıdan gelen itirazları susturmanın en kestirme yolu dünya ve ahireti ilgilendiren yüce davalara sahip olmak ve yapacaklarını bu dava uğruna yapmaktır. Müslümanlar da bunu yaptı. Halife olmayı, vali olmayı, devleti yönetmeyi Allah’ın adaletini yeryüzüne yayma ve Allah’ın istediği şekilde insanları idare etme yolu olarak lanse ettiler. Mesele insanların huzuru ve Allah’ın rızası idi taraflara göre.

Dini, vahyi ve inanç değerlerini önemseyen ve bu uğurda savaşanların ikinci gerekçesi şu sorunun cevabının dünya hayatına kattığı önemdir.

2: Öte dünyada cennete mi gideceksin, cehenneme mi?

Yaşadığınız topluma “durun bakalım, bu kısacık hayatınızdan sonra ebedi bir hayatınız olacak ve orada cehenneme veya cennete gideceksiniz!” diyeceksiniz. Ve cennete gitme yolu olarak da dinin ve vahyin öğretilerini kabul etme/yaşama olarak göstereceksiniz.
İşte bu konu da Miladi altı yüzlü yılların insanı için önemli bir konudur.

İster bireysel ister sosyal anlamda olsun, dinin ve dini öğretilerin önemli görülmesinin ve uyulma ihtiyacı hissedilmesinin en önemli motivasyonu ölüm ötesi hayata olacak olan etkisidir. Bu dünyada yaşayanlar ölüm sonrası hayatta ne ile karşılaşacaklarını önemsiyorlar.

İnançların kişisel bir kanaat ve tercih olmaktan öte hayati bir konu olarak görülmesinin arka planında ahiret inancı yatmaktadır.
Cennete gitmenin ve cehennemden kurtulmanın yolu aynı zamanda inancınızın sosyal hayatta da hâkim olması ise sakin durabilir misiniz sizce?

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap