Paylaş

Benim ilk defa ele alacağım veya ilk defa benim ele aldığım bir konu değil bu yazıda belirteceklerim. Ancak özetle ele aldığım mesele şudur: “İnsanlığın hepsi vahiy ve vahyin öğretileri ile tanışamıyorsa, vahyin onlardan bekledikleri ile nasıl hesaba çekilecekler?”

Dünyada yaşayıp hesap günü/ahiret günü ile ilgili tartışmalara dalmaya aşinayız aslında bizler.
İnsanlar kıyamet günü hangi konulardan hesaba çekilecekler?

İslam dininde var olan ibadetlerden duyan duymayan herkes sorumlu mudur?
Dünyanın %80’i Müslüman değilse Allah’ın istediği şeyleri nasıl duyacaklar ve onlardan nasıl sorumlu olacaklar?
Bu soruları uzatabiliriz; ancak sanırım gözden kaçırdığım bir şeyler var burada.
Birincisi dünya üzerindeki insanların temel sorunu Allah’ı ve İslam’ı duyup tanışma sorunu mu?

İkincisi Allah’ı ve İslam’ı duymayanlar iyi-güzel ve doğru olanın ne olduğu ile tanışamazlar mı? Yani kötülükten vazgeçip iyi olanı tercih etmek için ille de Allah’ın vahyi ile muhatap olmaları mı gerekiyor?
Burada “iyi” olanın göreceli oluşu ve farklı tanımların yapılabileceği konusunu gereksiz görüyor ve onu açıklama ihtiyacı hissetmiyorum.

Yaratılışı, insanlığın yeryüzündeki serüvenini ve İlahi İnşa Sürecini, İnsanın halife oluş serüvenini, geleceği ve sosyal anlamda insan ile muhatap olma mantığını kavramak isteyen bir zihin bence Peygamberler Tarihini iyi incelemelidir. Peygamberler tarihi demek bir anlamda Rabbimizin insanı muhatap alma tarzı ve insanlık ailesini terbiye etme metodu demektir.

Peygamber Efendimizin risâletinden sonra İslam’ın devlet olarak devam etmiş olması ve Hristiyanlığın Roma eliyle devletleşmiş olması zihnimizde (en azından benim zihnimde) bir algı sorununa yol açmıştır. Bu sorunu şu soru ile özetleyebilirim: “İlahi vahiy/dinler insanı ve toplumu yasalar ve kanunlar ile mi inşa etti yoksa temelde başka bir metot mu kullandı?”

Nuh – İbrahim – Lût – İdris – Zekeriyya – Yahya – Yunus (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) gibi Kur’an’da geçen ve adı tarihi yazıtlarda bile geçmeyen peygamberler kendi kavimlerini devlet mantığındaki organizasyonlar-yasalar ve kanunlar ile mi terbiye etmeye çalışmışlardır acaba? İletişim ve kontrolün zayıf olduğu eski dünyada bu mümkün olabilir miydi?

Bu sorunsalı düşünme aşamasında kendimce bir şey fark ettim. Modern devletlerin her hücremize bir virüs gibi işleyebildiği ve toplumu her ayrıntısına varana kadar organize edebildiği bu “modern” zamanımızdan önce işler nasıl yürüyordu? Yani evimin kapısından adım attığım anda ağzıma takmam gereken maske hakkında bile kanunların çıktığı ve her anımda kontrol edilebildiğim bu zor zamanlardan önce toplumlar yine böyle yasalarla, kanunlarla, yazılı yönetmeliklerle mi idare ediliyordu yoksa başka bir işleyiş mi vardı?

İlahi vahyin insanı muhatap alması özelinde fark ettim ki, Rabbimiz insanı yasa ve kanunlar ile inşa etmiyor; temelde ona bir ahlak ve vicdan kazandırarak yeryüzünde düzeni sağlıyordu, Rabb olarak insanı terbiye ediyordu. Sarayda da, gözlerin görmediği bir dağ başında da aynı davranışın devam etmesini sağlayan şey ancak vicdan ve ahlak olabiliyordu çünkü.

Yazının, yazılı kanunların, derinlemesine ve ayrıntılı kontrolün olmadığı; devletlerin insanı bir deney faresi gibi henüz gözlem altında tutamadığı o (güzel) zamanlarda, farklı yerlerde aynı davranışların ortaya çıkmasını sağlayacak olan şey ancak ahlak anlayışı olabilirdi.

Kur’an’a aşina olanlar onun aslında bir fıkıh ansiklopedisi/anayasa kitabı olmadığını; yasal hükümlere bile bir anlam yüklediğini, hükümler ile vicdan/ahlak arasında bir bağlantı kurduğunu, buna da “takva” ismini verdiğini göreceklerdir. Savaşta, ticarette, ekonomide, aile kurmada, boşanmada ve aslında her alanda yasal hükümlerin yanına ve bence yasal hükümlerden önce o konunun ahlakını insana kazandırmayı hedefliyordu İlahi vahiy.

Takva üzerinden de insanın düşüncelerini değil duygularını muhatap aldığını görebiliriz. Çünkü düşüncelerin yetişkin tarafımıza ait olduğunu, ihtilafa yol açtığını ve ayrışmaya neden olduğunu iyi biliyoruz. Duyguların ise temelde çocukluk dönemimize, varlığı bölmeyen-parçalamayan-dışlamayan o temiz ve saf dönemimize ait olduğunu da iyi biliyoruz. Dinlerin cemaat olmaya, birlik olmaya, bölünmemeye ne kadar önem verdiğini de…
Takva, Allah’a karşı olan hassasiyet ve sorumluluk bilincidir, bu doğrudur. Ancak benim görüşüm o ki, bu bilinç düşüncelere/bilgiye değil duygulara ve hassasiyetlere dayanır ve oradan beslenir. Bundan olsa gerek, İlahi vahiy binlerce yıl boyunca insanlık ailesini kanun-yasa ve yönetmeliklerle değil takva ve ahlak ile yönetiyordu. Çünkü birliktelik ancak bunun üzerinde sağlanabilirdi. Zamana ve mekana karşı dayanabilecek olan şey yazı ve düşünceler değil; duygular ve hassasiyetlerdir.

Şefkat, merhamet, güvende hissetme, acıma, korunma, bağlanma, ait hissetme, sevme, hatta âşık olma, hayran olma, hoşlanma, hoşnut olma, ayrılık, kayıp, kavuşma, özlem… tanımını yapacağımız şeyler değil hissettiğimiz şeylerdir.
Dünyanın her yerinde sevilme aynı şeyi hissettirir, güvenme aynı şeyi; merhamet edilme, yardım görme, fark edilme, şefkat görme aynı şeyi hissettirir.

Nerede yaşarsanız yaşayın annenizi aynı dilde seversiniz. Ölen evladınızı aynı dilde özlersiniz. Aşkın ve sevmenin dili hiç değişmez. Yardım etmenin ve merhametli olmanın da…

“İyi biri olmada ve iyilikte” düşünce var mıdır sizce?
Annenizi kucakladığınızda, yere düşen birini kaldırdığınızda, bir yetimin başını okşadığınızda, ihtiyaç sahibine yardım ettiğinizde, tam o anda birine merhamet ettiğinizde, ya da birini bağışladığınızda zihninizi düşünceler kaplamışsa işin büyüsü bozulmuştur ve bir şeyler anlamını yitirmiştir. Çünkü duygunun en güzel hali niyetsiz oluşudur. Bir çocuktan daha güzel bir şekilde anneyi kim sevebilir ki? Ve bir çocukta hangi gizli niyet ve düşünceler olabilir ki? Sevmenin en saf hali dışında…

Bunlardan neden bahsediyorum?
Hissetmek için bilmeye ihtiyacınız yoktur. İyiliğin ve iyi biri olmanın ne demek olduğunu öğrenme ihtiyacı hissetmezsiniz aslında.
İyi biri olmak için Tanrıya inanma bilincine ihtiyacınız yoktur.
Dinlere, cennete ve cehenneme, ahiret inancına da ihtiyacınız yoktur.
Yasalara da…
Vahiy ile muhatap olmadınız ve dini öğretileri duymadınız diye “iyi davranışlarda” ve “erdemli tavırlarda” bulunma mecburiyetinden muaf olmuyorsunuz yani.

Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu. Bakara/30

Fesat çıkarmanın ve kan dökmenin kötü bir şey olduğunu hangi zaman diliminde yaşarsanız yaşayın ve dünyanın neresinde olursanız olun bilirsiniz.

Filistinlilerin haklı olduğunu ve İsrail’in lanetli bir ahlaka sahip olduğunu bilmek için Müslüman olmanıza ve vahiy ile muhatap olmanıza gerek yoktur.

Kızılderilileri yok eden o istilacı-barbarca-katilce tavrı; Amerikalı olma sürecini kınamak ve “ben o bizlerden değilim” demek için de dine ihtiyacınız yoktur.

Köleliği, cariyeliği devam ettirmemek ve elinize ilk geçen fırsatta bunu yasaklamak için yazılı ayetlere de ihtiyacınız yoktu.

Kadına, çocuğa, zayıfa vurmamak ve eziyet etmemek için; eşinize sadık olmak, emaneti, korumak için de…

Çalmanın, başkasının haklarını gasp etmenin, dolandırıcılığın, şiddetin, ırza geçmenin, tecavüzün kötü olduğunu bilmek için neye ihtiyaç var ki?

Adaletin iyi olduğunu, kayırmanın ve ayrımcılığın kötü olduğunu bilmek için,
Anne ve/veya babasını yitirmiş bir yetim/öksüze el uzatmanın güzel ve gerekli olduğunu bilmek için,
Bencilliğin çirkin olduğunu bilmek için kutsal kitaba ihtiyaç var mıdır sizce?

Bilginin, demokrasinin ve insan haklarına sahip çıkmanın zirvesini kendi ülkelerinde yaşayan Amerikalı ve Avrupalı güzel insanlar, kendi yöneticilerinin ve ülkelerinin dünyanın geri kalanını sömürdüğünü ve cehenneme çevirdiğini göremiyorlar mı sanki? Bunu görmek ve itiraz etmek-umursamak için ille de dindar olmak, cenneti arzulayıp cehennemden korkmak; o viran olmuş ülkelerin vatandaşı olmak mı gerekiyor?

Yeryüzünde yaşayıp iyilik ve güzellik namına tavır sergilemeyen insan ve insanların bunu yapamamaları için bir engel var mıdır? Vahiy ile tanışmadılar ve Tanrının bunları istediğini bilmediler diye bu sorumluluklardan muaf mı olacaklar?

Bence Sorun, iyiliğimizin bizi cennete götürecek olup olmaması değildir. Asıl sorun iyiliğe kayıtsız kalmanın dünyayı cehenneme çeviriyor olmasıdır.

Ben, zamana ve mekana göre hesabı sorulacak sorumlulukların değiştiğine kanaat getirenlerdenim. Hangi Tanrıya/İlaha taptığının, kime nasıl ibadet etiğinin önemli olduğu zamanlarda ve yerlerde Tevhidin/İhlasın/İlahın/İbadetin sorumluluğunun öncelikli olduğunu düşünüyorum. Bunlardan hesaba çekilmenin anlamlı olduğunu da…

Ancak insanların gündeminde Tanrı/İlah/İbadet/Tevhid/Şirk yok ise artık öncelikli sorumluluğun ve dolayısı ile hesabın adaletten, merhametten, yardımlaşmaktan, cana kıymamaktan, kötülüğe göz yummamaktan, insan olabilmekten, bencillikten, insan insana zulümden olacağına inanıyorum. Yaşadığınız dünyanın (hangi inançtan/inançsızlıktan olursanız olun) iyilerinden olmakla yükümlüsünüz. Ben fazladan bir şekilde, Müslüman olmanın sorumluluğunu kabul ediyorum kendim için. Ancak birileri de İnsan olmanın sorumluluğunu kabul edecek.

Müslüman olmamayı anlayış ile karşılayabilirim. Ancak iyi biri olmamayı ve iyiliği yaymaya çalışmamayı…
Zannetmiyorum!
İşte bunun hesabı sorulur.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap