Paylaş

Altmış yıl önce dedeniz daha çok gençti çocuklar. Gazeteler çifte baskı yapardı gerekli durumlarda. Birden öğrenirdiniz ki “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş.” Harp okullarındaki genç çocuklardan kıyma yapılmış, yurdun dört yanına dağıtılmış. Merkez Bankası’nın paraları uçaklara doldurulup yurt dışına kaçırılmış. Sizlerin, çocuklarınızın geleceği çalınmış. Ve not düşülürdü en alta: Sizleri düşünen ve bu durumu kurtaracak birileri elbette var. Ve onların yanında saf tutmazsanız her şey daha kötü olacak!

Üniversitede, kahvede, deniz kenarlarında dedenize şöyle söyleniyordu: Memleketin yarısı Amerikalılara, yarısı İngilizlere satılmış. O koltuğu onlara borçlular, yoksa bir gün kalamazlarmış. Her yana kendi adamlarını doldurmuş bu hainler. Kimse gıkını çıkaramıyormuş. Muhalif yazarların sülaleleri dağıtılıyormuş dört bir yana. İşkence, zulüm gırlaymış. Bunlar suret-i haktan görünüp alttan deveyi hamuduyla götürüyorlarmış.

Durduk yere birbirine düşmanca davranmaya başlayan insanlara elbette anlam veremezdi dedeniz. Misal düşmanca gösterilen Rumların evleri, dükkanları ateşe verildi bir gün. İnsanlar çıldırmış gibi dükkanları yağmalıyor ve gördükleri kadın ve yaşlı genç gayrimüslimleri hunharca elekten geçiriyordu. Sebep; Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalanmasıydı. Haber: Yalandı.

Bir cenah sürekli Atatürk ilke ve inkılaplarının çiğnendiğinden, şeriatın geleceğinden, kadınların evden dışarı yalnız çıkamayacağından, alkolün yasaklanacağından, insanların ortalık yerde kurşuna dizileceğinden bahsediyordu. Üstelik aynı cenah Atatürk’ün naaşını on beş yıl (rakamla: 15) etnografya müzesinde tutmuştu. Atatürk’ün naaşı, varlığı unutturulmuştu. Bayramlarda adı anılmıyordu, paralarda yüzü, sokaklarda izi silinmişti. O cenah yapmıştı tüm bunları. Suçladıkları taraf ise Atatürk’ün naaşını toprakla buluşturan, kağıt paralara yeniden Atatürk’ü koyan, sonradan mabet gibi görecekleri ANITKABİR’ i yapan cenahtı.

Dedeniz bir kafa karışıklığı yaşıyordu; orası kesin. Halkın seçtiği, on yıldır ülkeyi yöneten ve her şeyi idare eden kişi bu kadar kötü, satılmış, düşman ve yobaz olabilir miydi? Üstelik bu adam uçkuruna da sahip çıkamayan bir zavallıydı. Sabah ve akşam “aşırı baskı ve zorluk altında” ve “halkın özgürlüğü ve kurtuluşu” için ölmeyi göze almış yiğit muharrirler bu adamın yatak odasından iğrenç yayınlar yapıyordu. Evli kadınlar, livata vs adamın hiçbir yönden tutar dalı yoktu. Üstelik liyakatsizdi.

Bir yandan gençler, üniversiteliler, liseliler ellerinde Nazım Hikmet’ten, Paul Eluard’dan, Louis Aragon’dan şiirler, pankartlar taşıyarak “Güzel günler göreceğiz çocuklar” diyorlardı. Ancak bunun olması için sapık, hain, hırsız ve diktatör “baştaki”nin değişmesi gerekiyordu. O gitsin de ne olursa olsundu. Ve nasıl giderse gitsindi. Dedenize güzel günleri göstermek için baştakini paramparça edebilir, etinden kıyma yapıp yurdun dört yanına dağıtabilirlerdi. O derece motiveydiler özgürlük getirmeye.

Tam altmış yıl sonra güzel evlatlar, Twitter meydan muharebesinde aynı sözlerle karşılaştı yaşlı dedeniz. Yıllardır her defasında yaşadığı iğrenti duygusu ve mide bulantısı arttı. Nasıl hala aynı oyunu tezgahlamaktan bıkmadıklarını şaşkınlıkla seyretti. Üstelik aynı şairler, aynı şiirler ve aynı sloganlar atılıyordu. Her şey aynıydı hasılı. Çocukların geleceklerini kana boyayanlar onlara güzel günler göstereceklerini söylüyorlardı.

Yorum yap