Güvendiğim dağlara kar falan yağmadı benim. Sadece güvendiğim dağın nerede olduğunu bulamıyorum.
Hani güvendiğin dağa kar yağdı deyince umudu kesmek, önünü görememek vb. manalar anlaşılır ya, işte benimki böyle bir durum da değil. Ben o güvendiğim dağı bulamıyorum. Mesela “güvendiğin dağ” denilmesi gerekirken “güvendiğin dağlar” denilmiştir. Güvendiğimiz dağı bile çoklamayı seviyoruz. Oysaki güvendiğin dağ bir tanedir. Ya da aynı çizgide ilerleyen silsile halinde gördüğümüz sıradağdır. Sonuç olarak hepsi güvenilen dağ kategorisindedir. İşte bu güvene dayalı ilişkinin oluşturduğu cümle birlikteliğindeki öznede bir problem yoktu. Dağ yine bildiğimiz dağ. Heybetiyle, ihtişamıyla tüm müşaşa hali ile eskiden gördüğüm yerdedir. Ama artık ben göremiyorum. Bu sebeple başka dağ arayışına çıktım. Dedim ya dağın benle bir sorunu yok, ben göremiyorum sadece. Kocaman dağı nasıl göremiyorsun diyerek, bana dağın hala orada olduğuna dair binbir kanıtla gelmeyin. Bir dinleyin ve kızmayın belki hak verirsiniz?
Ben devasa bir kentin içinde yaşıyorum. Boyumu belki kaç tur aşan binaların arasındayım. Bu binaların içinde bana yön tayin edecek bir dağa ihtiyacım var mı sizce? Ya da yönümü bulmama yardımcı herhangi bir doğal organizasyona? Ya da bir başka örnek yıldızlar veya ay… Geceyi aydınlatıp yolda kalmışa yeni bir yön tayin eden samanyolu… Bence buna da ihtiyacım yok. Çünkü kentin o mükellef sokak lambaları ve yön tabelaları hem aydınlık hem de harita işlevi görüyor. Yeni moda ise ışıklı yön tabelaları. Güneş örneğin ne kadar faydalı bilmemizin yanında doğal ışık ve ısı kaynağı diyerek geçelim. Isı’yı ele alacak olursak kombi var, hem de düğmeyle çalışıyor, param var yakarım. Işık diyecek olursak galiba onu bir önceki cümlede çözmüştük. “Yüce dağın başı dumanlı” deyiminin bende bir karşılığı yok mesela. Banane kardeşim dumanlıysa, güveneni düşünsün. Karlı ya da yağmurluysa da banane. Size göre kar düştüğü yere bereket getirebilir ama bana göre soğuk geliyor sadece. Hem o kadar yüce bir dağ ise kendi başının dumanıyla kendisi baş etsin bir zahmet. Bu neden sizi ilgilendiriyor? Bakın mesela bizim başımız dumanlı olursa mükellef belediyecilik sistemimiz onu temizler ve bize yine harikulade yaşam alanı açmaya devam eder.
Örneğin benim kentte bir yere ulaşmak için ruhsal birliktelik kuracağım bir canlıya da ihtiyacım yok. Arabam var. Benzini alır yola çıkarım. Bu bir üstteki paragrafla beraber bütün bu saydıklarım için güvenilecek ya da sırt yaslanılacak bir dağa ihtiyacım yok. Para bütün ihtiyaçlarımı çözüyor. Paranın da dağ ile ilgisi yok. Kent hayatı birçok iş alternatifini içinde barındırıyor zaten. İyi kötü bir iş bulursunuz ardından bir ev kredisi, yakarsınız kombiyi ele güne karşı. Kentte biraz kaldıktan sonra palazlanırsınız, belki bir araba kredisi ve eskilerle bağı koparmayacak bir kahve. Kombisi yanan evde eşini bırakıp yeni arabasıyla kahveye giden zırtapoz…
Ben memurum bu dediklerimin hepsini daha hızlı yaptım. Çünkü çalışsam da çalışmasam da kaytarsam da bana maaşımı veren bir devlet var. Arabanın benzini de evin kredisi de bu maaşla çözüldü.
Bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılayan birisi için güvenmesi gereken bir dağa ihtiyaç var mıdır? Belki de denklem tam olarak burada bozuluyor. Arazide yaşayan, eken, biçen, kıştan buğday ekip yazı bekleyen, hayvanını kendi yetiştiren, hatta kendi yetiştirdiği mübareği kurban adayan, kış gelecek kaygısı ile odun toplamaya çalışan, mahsulü zayi olmasın diye belki kaç geceyi kendince bir yakarışla geçiren birisinin güvendiği tek bir dağ vardır: Rab’bi. Ama bütün bunları hayatından çıkarmış birisinin güveneceği bir dağa ihtiyacı da yoktur ya da rab’be ihtiyacı yoktur. Çalışsa da kaytarsa da maaşını alacaktır. Eşi gezmek isterse arabasına binip gezmeye gidebilecektir. Çocuklar hasta olursa bir doktora gidip durumu düzeltebilecektir. Ekinlerimin hali ne olur, hayvanlarım ölür, soğuk yakar sıcak yakar korkusu yoktur kent insanında. Dolayısıyla kentte yaşayan birisinin güvenilir bir dağ arayışına girmesi bile (geleneksel din kodları dışında) abestir. Ama böyle de olmuyor. Kent hayatında kırsala göre Rab ile ilişkinin daha az olması gerekirken yani tabiattan koptukça Rab’den de kopulması gerekirken tam tersi oluyor. Kent hayatında her yer Rab dolu. Herkesin devasa Rab’leri var. Hem de birden fazla. Parasını artırabilmek için piyasa analizi yapan Rab’bi var mesela. Arabasını tamir için ona ayrıcalık tanıyan “gel yoğun olsa da gel, aradan alırım” diyen sanayi tanrısı var örneğin. Ya da iş hayatında bir üst makama çıkmak isteyen, merkeze gelmek isteyen, yurt dışına gitsem yardımcı olur mu acaba diye düşüncelerine icabet eden bürokrasi tanrısı var örneğin. Zaten doğal olayları, benim kararımla seçilen belediye olduğu için onu saymaya gerek yok. Ama duyumlarıma göre orada da çok çeşitli tanrı olduğu söyleniyor.
Benim güvendiğim dağa kar falan yağmadı. Sadece içinde bulunduğum kent hayatında onu görmekte ve yolumu, yönümü tayin etmekte zorlanıyorum. Başka dağ sanılan yükseltilerin göz kamaştırıcı hayatı, bakmağa bile doyamadığım, heybetinden gözümü alamadığım, eteklerinde bin bir pınarlı dağımın önünü kapatıyorlar.
Kent hayatında Rab’lerin kavgası kıyasıya devam ederken içli bir ayet geliyor hafızın ağzından önce kulaklara sonra gönüllere: “İyyake na’büdü ve iyyake nestain”
Ve hafız döner namazdan sonra, arkasında saf tutmuş “strateji geliştirme”den sorumlu bakan yardımcısıa:
– Dağ gibi adamsınız sayın bakan yardımcım. Maşallah Allah kabul etsin.