GÖRÜNENİN ÖTESİNE GEÇEBİLMEK

Vahiy ile aramıza mesafelerin girmesinin, yani İslam’ın ana söyleminden uzaklaşmanın (630 yılından 2022 yılına) etkisi hakkında ne tür açıklamalar yapabiliriz?

İslam ve Kur’an tek olduğu halde, var olan ihtilafları ve farklı görüşleri kavramakta zorlanan bir zihin yapısı vardır. Bu zihin yapısı ilim ile amel, inanç ile düşünce, iman ile hayat arasında zorunlu bir ilişki var sayar. İlim varsa ilme uygun amel de vardır, inandığı gibi de düşünür ve imanına uygun bir hayat yaşar diye varsayar. Bu varsayım ve indirgemeci yaklaşım en nazik ifade ile bir kavrayış yetersizliği ve değerlendirme hatasıdır.

Günümüzdeki bilimsel gelişmeler sonucunda maddeden atoma, biyolojiden hücreye doğru bir derinlik kazandık. Kur’an’da bahsi geçen “Onlar ki gayba iman ederler” ayetinin farklı bir versiyonu gibi, görünen maddi âleme ait görünmeyen bir arka planın var olduğu keşfedildi.

Bireysel anlamda bir davranışın ortaya çıkma mekanizması, nedeni üzerine derinlemesine araştırmalar yapıldı psikoloji alanında. Artık bir suçlu, sadece cezalandırılması gereken bir kişi olmaktan çıkmış; suçluyu yargılama haricinde suçlu hale gelmesine neden olan süreç de gündeme taşınmıştır. Bu gündeme alma işi sadece önem verme ve üzerinde düşünme şeklinde değil; araştırma, veri toplama, deneyler yapma, gözlemler yapma şeklinde de gelişmiştir.

Benzeri durum sosyal alanda da kendisini göstermiştir. Sosyal yaşamın, olayların nedenleri üzerinde çok geniş araştırmalar yapıldı.
Bu sürecin sonunda artık iyice biliyor ve anlıyoruz ki, sıradan bir davranışın ve basit bir sosyal olayın arkasında çok faktörlü bir denklem ve tarihsel bir süreç vardır.

Bir önceki yazımızda ele almaya çalıştığımız gibi davranışları-olayları anlamak, çözümlemek ve dolayısı ile sorulara cevap, sorunlara çözüm bulmak için çok yönlü düşünmek gerekmektedir.
Bu nedenle, Müslüman coğrafyada yaşanan sorunlar ile ilgili, “Gerçek İslam” bilinirse ve uygulanırsa sorunlar çözülür beklentisi beyhudedir diye düşünüyorum.

Günümüz dünyasında yaşanan sorunları inanç düzleminde değerlendirmek ve çözümleri bu mantık üzerine inşa etmek; davranışların ortaya çıkma mantığını bilmemekten, sosyal olayların analizini yapmamaktan kaynaklanmaktadır.

Konu İnanç olduğu ve inancımız da İslam olduğu için tarihsel bazı analizlere yer vermek; çözüme dair önerilerimi ortaya sermek istiyorum.

YASA’YA HİCRET

Mekke döneminde bireysel ve sosyal alanda kurucu ve belirleyici faktör inanç/iman olmuştur. Müslümanlar inançları etrafında bir araya gelmişlerdir. İman paydası Peygamber Efendimizin (sav) etrafında bir araya gelmelerini sağlamıştır. İnançları dolayısı ile de baskı görmeleri, öldürülmeleri güncel yaşam ile ilgili diğer konu ve sorunları önemsiz hale getirmiştir. Tarihsel verilerden yola çıkarak biliyoruz ki sosyal kurallar, yasaklar, cezalar, uygulamalar bu dönemde devreye girmemiştir. Hatta yeni kurallar ve uygulamalar yerine yerel dengeler ve uygulamalar dikkate alınmıştır.

Medine’ye hicretin ilk yansımasının Cuma namazı olduğunu düşünüyorum. Kul ile Rabbi arasında özel bir ibadet olan namaz sosyal ve sonraki süreçte siyasi bir anlam kazanmıştır. Cemaatle kılınması daha faziletli olsa da ferdi ve bedeni bir ibadet olan namaza sosyal alan ile ilgili bir kural getirilmiştir: Herkesin namaz için mescitte toplanması ve hutbenin dâhil edilmesi.

Medine’ye hicretin ikinci yansımasını Medine Kardeşliğinde görüyoruz. Müslümanlar zaten kardeş idi. Hatta Mekke’de gördük ki, iman bağı kan bağının önüne geçmişti zaten. İman hariç her şey elinin tersi ile ölüm pahasına itildi. Ancak Medine’ye hicretten sonra iman bağı yetmedi ve yazılı diyebileceğimiz bir sözleşme devreye girdi.

İşte tam burada imani bir yükümlülük olarak “Farz”ın yanına “Yasa” gelmiştir. Mekke ve Medine arasındaki ilk ve daimi anlamda en önemli fark “Yasa”nın ortaya çıkması olmuştur. Artık bir şeyin bireysel bir tercih, ihlas-samimiyet ve takvanın bir sonucu olarak ortaya çıkması yetmemiştir. Yani emir ve nehiyler konusunda “takva” (bireysel sorumluluk duygusu) tek başına yeterli görülmemiştir. Müslüman cemaatin yaşamına yasal uygulamalar da yerleşmiştir. Haramın yanına cezalar, sevabın (örnek: cihad) yanına ödüller (örnek: ganimet) dâhil edilmiştir.

Öyle düşünüyorum ki, o dönem Arap coğrafyasında yaşayanlar için bu durum bir dönüm noktası olmuş ve büyük kırılmalara/değişimlere neden olmuştur. İman artık sadece sonu cennet ve cehennem olan bir tercih olmaktan çıkmıştır. İstemeseniz de yapmanız gerekenler ve istediğiniz halde uzak durmanız gerekenler ile ilgili bir liste meydana gelmiştir. Herkesin kendi mahallesinde/ badiyesinde/ köyünde/ çölünde/ aşiretinde yaşamaya alıştığı bir toplum için bu çok önemli bir değişim olmuştur.

Bu nedenle iman etmek ve bir açıdan Medine’de yaşamak demek “yasal” olana da tabi olmak demektir. “Yasa”, tercihi zorunluluğa çevirir. Bu zorunluluk hali, iman eden kesime zor gelse de uyum gösterdiler. Bu uyum sonucu ancak, İslam tarihinde gördüğümüz değişimler meydana geldi. Ancak bu uyum sonucu kan davaları durabildi, öldürmelerde kısas (sadece katile) ilkesi uygulandı ve toplu öldürmeler durdu. Bu uyum sayesinde karısını başkası ile zina ederken gördüklerinde cezasını elleriyle vermek yerine mahkemeye başvurabildiler.

Bu değişimler devlet olma sürecinin temeli haline geldi. Ve fakat en önemlisi doğal koşulların etkisi ile oluşan insan tabiatı, o bedevi tabiat medeni tabiata dönüştü. Bu süreç, Yesrib’in Medine haline gelme sürecidir aynı zamanda.

Bahsi geçen bu sürecin yazının konusu ile olan bağlantısı şu ki haksızlığın, adaletsizliğin, zulmün, öldürmelerin, kan davalarının yaşamın bir parçası haline gelmiş o toplumdan hepimizin özlem duyduğu ve biraz da idealize ederek Asr-ı Saadet dediğimiz sahabe neslinin ortaya çıkması, sadece inanç/iman bağı sayesinde olmamıştır. Medine’ye hicret ile birlikte vahyin sosyal-ekonomik-siyasi emir ve nehiyleri o dönemin insan tabiatında, reflekslerinde, sorun çözme yöntemlerinde, sosyal ilişkilerinde değişikliklere neden oldu. Bu değişim bir anlamda uzun süre işe de yaradı. En azından iyisi ile kötüsü ile, doğrusu ile hatası ile bir İslam Medeniyeti ortaya çıkardı.

GERİCİLİĞİN ANAVATANI: ALIŞKANLIKLAR!

Ancak zamanın ve ortamın değişmesi ile birlikte kendi zamanında işe yarayan o kurucu unsurlar işlevini yitirmeye başladı. Hem de uzun zamandır. İslam inancının ve yasasının etkisini iyice yitirmesi ile birlikte Müslüman toplum kendi o kalıplara sığmak istemeyen, duygusal, refleksif, yıkıcı, ferasetten yoksun ve düşünceden payını almayan tabiatı ile baş başa kalmıştır.

İçinde yaşadığımız ve aslında sınırlarını inanç ilkelerimiz ile belirlediğimiz bu coğrafyalar bireysel olandan sosyal olana, duygusal olandan düşünsel olana, sabit olandan değişebilir olana, geçmişten günümüze ve hatta geleceğe, kırsal (badiye) olandan kente (Medine), keyfi-bireysel ve grupsal tercihli uygulamalardan yasaya, örfi olandan kanuni olana gelemedikleri ve bunlarla bağ kuramadıkları için hala sorun yaşıyorlar. Bedevi olanlar ne iman edebildiler ve hatta ne de tam olarak teslim oldular.

Vahiy ve Peygamberin şahsı etrafında bir araya gelenler yasayla, soyut bir organizasyon olan devletle baş başa kalınca dağıldılar. Yine alışkanlıkları gereği şahıs ve grup etrafında toplanmayı tercih ettiler.

İsmini Ali koydular, Emevi ve Abbasi koydular.
Sonrakiler Selçuklu ve Osmanlı; en moderni Türk veya Kürt koydular.

Zaman ve zemin değişse de alışkanlıklar ve örgütlenme tarzı hiç değişmedi.

Müslüman coğrafyadaki sorunların bu kadar göze batmasının sebebi de budur. Yaşam tarzları, sorun çözme metotları, örgütlenme şekilleri, eğitim anlayışları yüzlerce yıl öncesine aittir; fakat ne vahyin etkisini taşımakta ve ne de günün şartlarına uymaktadır.

Farklı olanların ve farklılıkların bu kadar iç içe olduğu, değişimin bir zorunluluk ve doğallık; hatta değer olarak görüldüğü bu çağda başka şeylere ihtiyaç duyulmaktadır.

Bir anlamda toplumda aklın daha yetkin/etkin hale gelmesi, düşünsel faaliyetler ve düşünsel derinlik, farklılıklar ile temas, farklılıklara tahammül gösterebilme, farklı olmayı problem olarak görmeme, özgürlüğe değer verme, farklı tercihlerde bulunabilme, tercihte bulunabilme hakkına saygı, başka ve farklı olan ile uyum içinde yaşayabilme becerisi günümüz sosyal yaşamın en önemli özellikleri halini aldı.

Bahsi geçen bu özellik ve becerilerin hiçbirisi inanç/inanma ile ilgili değildir. Hatta inançlar, kişilere bu becerileri de kazandıramaz. İnanmanın ana gayesi “tevhiddir”, birleştirmektir, hakikat etrafında toplamaktır. Bu özellik, inanç/inanma için bir eksiklik ve kusur da değildir. İnançtan/inanmadan beklediğimiz de budur zaten. Ancak yaşam sadece inanç/inanma ile organize edilemez. (Medine döneminde gözlemlediğimiz değişimler gibi…) Dolayısı ile gözlemlediğimiz ve uygun görmediğimiz olayların sebebi olarak toplumun inanç değerlerini kavrayamamasını ve inançtan uzaklaşmasını artık gösteremeyiz.

Tek devlet, tek millet, tek inanç, tek bayrak…
Bir olmak, iri olmak, diri olmak…

Bunların hepsi geleneksel ve inanca dayalı dünya algısı ve yönetim sistemleri ile ilgilidir. Bu sistem, bir merkez etrafında bir ve birlik olmayı hedefler. Farklı olanı, farklı söylemi, farklı düşünceyi, farklı inanmayı kendisi için bir tehdit olarak görür. Farklılıkları mümkün olduğunca kontrol altında tutmayı, yönetime/sosyal alana yansıtmamayı arzular.

Tehditleri bertaraf etmenin geleneksel yöntemleri de bellidir: Haddini bildirmek. Haddini bilmiyorsa ya sürmek ya da öldürmek.
Müslümanlar açısından düşündüğümüzde, İslam beldelerinde ortaya çıkan, farklı inanan kişilerin (Müslüman olduğunu söylediği halde İslam adına kabul edilemez inancı savunanların) öldürülmesi ile ilgili olan vakaların nedeni din adına ortaya atılan yanlış görüşler değildir diye düşünüyorum.

Yani, birileri kalkıp “İslam tarihinde Peygambere hakaret edenler öldürülmüştür, Peygamber dinden çıkanları öldürmüştür, devlete başkaldıranlar öldürülmüştür ve bunu din emretmiştir.” dedikleri ve insanları da buna inandırdıkları için bu vakalar meydana gelmemektedir. (Meydana gelen vakalar için güzel bir yazı: Bülent Şahin ERDEĞER, Hz. Muhammed kendisini eleştirenleri öldürtmüş müdür? Din değiştiren öldürülür mü?)

İMAN-ŞERİAT-ŞERAİT:

Bu vakaların sebebi Müslüman coğrafyanın insan tabiatı ile ilgilidir. Müslüman coğrafyada, “farklı olanı sürme ya da öldürmeye dayalı tabiatın değişmesi ile ilgili şartlar” yerine gelmemiştir.

İnancı, sahih köklerine varana kadar ortaya koysanız ve gerçek dini insanlara anlatsanız bile bu “gerçek inanç ve gerçek bilgi” tek başına insanların tabiatını değiştiremez; değiştirememiştir de; çünkü insan davranışları ve sosyal uygulamalar sadece inanç ile ilgili değildir. İnsan doğru bir şeye inandığı için terbiye olmaz; terbiye olmanın şartları ve koşulları farklıdır.

Bir önceki yazımızda insan davranışının şekillenmesinde etkili olan faktörleri sıralamıştık. Bireysel anlamda şekillenen davranışlar haricinde sosyal yaşam ve sosyal yaşamın da kendi iç dinamikleri ve kuralları vardır. Doğuştan getirdiği özellikleri ve aileden/çevreden edindiği davranışları değiştirmeyi başaran bir bireyi düşünelim… Benzer bir değişimi sosyal alanda da göreceğiz. Yani toplumlar da kendilerini değiştirebilirler. Ancak zamansal anlamda “geleneksel olandan” ve mekânsal anlamda “kırsal olandan” kopması ve değişime uğraması karmaşık ve çok faktörlü bir süreç gerektirir.

“Bu kopma ve değişim şart mı ki?” diye bir soru sorulabilir; ancak bu değişimler yaşanmazsa farklı ve aykırı olanlar tehdit olarak algılanmaya, yasaya uygun davranmak yerine kişisel/grupsal inisiyatifli şiddet olayları yaşanmaya, öldürme ve ceza verme kişisel bir hak olarak görülmeye devam edecektir.

Bu değişimin oluşabilmesi, sosyal anlamda daha dengeli, daha makul bir yapının ortaya çıkması hakkında şunları söyleyebiliriz:
• Günümüz devlet yapısını, kurumlarını, organizasyonlarını, sosyal yapıyı ve yaşadığımız dünyayı en kapsamlı bir şekilde temsil edebilen kavram “sistem” kavramıdır. Mekanik bir çağrışımı da olan ve aslında biraz da duygusuzca da görülebilecek bu kavramın anlatmak istediği şey; günümüzde artık her şey planlı, belli ve ilişkilidir. Parça-bütün arasındaki bu ilişki, işbirliği ve uyuma sistem diyebiliriz. Kendisine ve sistemlerine güvenen insanların bir araya geldiği bir toplumda sistemin olumlu yansımaları daha rahat görülecek; problemler büyümeden fark edilecek ve uygun şekilde çözülebilecektir.
• Bireylerin yasa ile irtibat kurmaları ve yazılı yasaya uyma davranışı sergilemeleri sayesinde kişisel inisiyatiflerin kullanılmasının (öldürme, linç, duygusal kaynaklı cezalandırmalar vb.) önüne geçilmektedir. Bu durumda sorunları çözmek için kişisel ve sosyal inisiyatifi kullanmak yerine yasaya ve sisteme durumu havale ederiz.
Bunun örneklerini ayetlerde ve İslam tarihinde görmek mümkündür: Özellikle ceza gerektiren fiil ve olaylara tanık olduğumuzda (eşimizin zina etmesi, malımızın çalınması, akrabamızın öldürülmesi vb.) ceza uygulamasını duygularımızdan yola çıkarak kendimiz uygulayamamaktayız. Gerekli yerlere başvurmaktayız.
• Yasa ve kanuna uyabilmenin ilk şartı bu yasa ve kanunu kendine ait olarak görmektir. Yani yasa ve kanunu kendi düşünce ve duygularımızdan önce/önemli görebilmektir.

KENTLİLİK:

Kanun ve yasaya uyma bilinci nasıl oluşur?

Kişi sosyal bir varlık haline geldiğinde ve sosyal hayat kurumlaşmaya başladığında bu bilincin zemini oluşmaya başlamıştır. Bir çocuk için okula başlamak, okul kurallarına “okul” dolayısı ile uymak, kişisel arzularından toplum dolayısı ile vazgeçmek ne demekse sosyal anlamda yasayı kabul etmek ve öncelemek de aynı şeydir. Bu konu bir üst bilinç halidir.

Şimdi, burada içimden gelen şeyi yapmak, dürtüme-duyguma (şehvet, arzu, öfke vb) uyan davranışı sergilemek yerine duygumu ertelemeyi, yönetmeyi, vazgeçmeyi başarabilme becerisi eğitim (okullaşma, okuma, aklını kullanmayı öğrenme, formel eğitim, bilgi ile temas kurma vb.) ile gerçekleşir.
Yaşamda sınırlanmayı ve bir kalıba sığmayı kabullenmek, bazı alanlarla ilgili yetkilerini yasaya ve kurumlara devretmek, duygusal ve düşünsel olarak hoşuna gitmese de kanun ve yasaya uyma davranışı sergileyebilmek ve bunun bilinç haline gelmesi çok önemlidir.

Bu bahsi geçen bilinç ve anlayışlar da ancak “Medine”de, kentte, şehirde, kanun ve yasanın hüküm sürdüğü yerde olgunlaşır.

Kentlilik ve kentleşme nüfusun kalabalıklaşması demek değildir. Kişilerin kendilerini yönetme yetkilerini yasaya ve kurumlara verdikleri yer demektir. Dolayısı ile 50 bin nüfuslu bir kasaba kent sayılabilir ve fakat 5 milyon nüfuslu bir şehir hala kırsal olarak kalabilir.
Kentler, aynı olanların, birbirine benzeyenlerin benzer şekilde yaşadığı yerler değildir. Tarihi kökleri ve inançları farklı olan kişilerin bir arada yaşamak zorunda oldukları yerler olmuştur. Burada çözüm farklı olanları birbirine benzer hale getirmek olmamıştır. Farklı olanların ortak uyum noktalarını bulmak olmuştur. Eskiden beri bu ortak nokta hep kanun ve yasa olmuştur.

Doğal olarak hüküm, yasa, devlet, kanun ve bunların uygulanma mercileri şehirde bulunur. İlk uygulanma alanları kentlerdir. Belirttiğimiz gibi kentler birçok farklılığın bir arada yaşaması gereken yerlerdir.

Sonra organizasyon becerisine göre bu uygulamalar ve yansımaları çevreye doğru genişler; kırsal dediğimiz alanları da içine alır. Yetkinliği ölçüsünde uygulamalar ne kadar yayılırsa (okullar, yasal uygulamalar, mahkemeler, imkânlar, ekonomik faaliyetler, kentten kırsala/kırsaldan kente ulaşılabilirlik, iletişim ve etkileşim vb.) kırsal/geleneksel/duygusal/primitif olan şeyler o kadar medenileşir, aklileşir, insanileşir. Yani “tabiat” dediğimiz şey yasalaşır ve inisiyatifi kanuna/yasaya verir.

Buradaki kritik konu şudur: Bu ortak nokta ve uyum nasıl bulunacak ve hangi temeller üzerine inşa edilecektir?

Peygamber Efendimiz hayatta iken O’nun kişiliği, fiziki varlığı, Peygamberlik fonksiyonu bir arada durmanın nedeni ve uyum içinde yaşamanın zemini olmaktaydı. Ancak O’nun vefatı sonrası (tıpkı diğer Peygamberlerin vefatında olduğu gibi) insanlar ile din arasına Peygamberin yerine kişilerin tabiatı, algıları, alışkın oldukları yaşam tarzları girdi. Bu sefer anlam ve uygulamalar bunun üzerine bina edildi. Böyle olmamasının da imkânı yoktur zaten. Dolayısı ile her zaman sahih inanç/inanç ögeleri ile kişi arasına/toplum arasına başka unsurlar girer. Sorun da bu ögeleri kavrayamayan, tespit edemeyen ve yönetemeyen toplumlarda ortaya çıkar. Günümüzde hala Risalet döneminin sahih inancına, düşünme tarzına dönerek sorunları çözmeye çalışıyoruz. Hâlbuki tarihten bu yana sorun sahih inancın tahrif edilmesi olmamıştır hiç. Asıl sorun sahih inancı bildikleri halde farklı olan kesimleri, insanları bir arada uyum içinde yaşatabilmenin yolunu bulmak idi. O nedenle Hz. Ebubekir’in sadakati, Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Ali’nin ilmi, Emevi ve Abbasi’nin baskıcı tarzı uzun vadede işe yaramadı. Bugün kentte de kırsalda da aynı mantığı devam ettiriyoruz.

Günümüzde bir arada yaşamayı başaran toplumları ve devletleri incelediğimizde;
Farklılık, özgürlük, bireysel tercih hakkı, yasal olana uyma, kişisel ve grupsal inisiyatif yerine kurumsal yetkilerin kullanılması bir değer halini almıştır. Modern devletler bu toplum ve devletler yeni mantalite ile organize oldular. Devletin bu bilinçte olması ve tabanı da bu yönde bir eğitime tabi tutması süreci hızlandırdı.

Mesele inancınızdan, ahlaki değerlerinizden vazgeçmek değildir. Ancak, artık aynı imana sahip olanlar inançları etrafında bir araya gelseler bile güncel sorunları çözemezler. Farklı inançlara, değerlere sahip olan kişiler farklılıklarından vazgeçmeden, inançlarını bırakmadan bir araya gelmenin yollarını bulmalılar.

Bunu başarabildiğimiz zaman İslam Tarihini aklamak veya kendi fiilimizi aklamak için İslam tarihine/gerçek İslam’a sığınmak zorunda hissetmeyiz kendimizi.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

Yorum yap