Bir şey öğrenmek için birine yöneltilen ve karşılık gerektiren söz veya yazıya “soru” denilir.
Ortada bir soru varsa, soruyu soran ve sorunun yöneltildiği/kendisine soru sorulan var demektir. Kendi kendimize sorduğumuz sorularda bile bir muhatap vardır. Orada kişinin muhatabı kendisidir.
İnsan neden soru sorar ki?
Düşünebilme yeteneğinin insana kazandırdığı iki özellik vardır: Merak ve arayış.
Bu özellikler kişiyi arayışa sürükler ve ancak cevap bulunursa tatmin duygusu ortaya çıkar. Kendi kendimize sorduğumuz bazı soruların cevabını bulamamak ve sürekli arayış içinde olmak sorun olmaz. Hatta farklı bir haz da verir bu durum.
Peki ya soruyu başkasına yöneltiyor ve cevabı mutlaka duymak istiyorsak!
İnsanlıkla ilgili, ilk can alıcı ve hayati sorulara dini metinlerde rastlıyoruz. Bakara suresinde;
(30) Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.
(31) Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip “Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin” dedi.
(32) “Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin” cevabını verdiler.
(33) “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim demedim mi!” buyurdu.
İlk soruyu meleklerin ağzından duyuyoruz ve burada sorunun muhatabı Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. İlginç olan ise soruya bildiğimiz şekilde cevap verilmemesi ve bir nevi küçük bir uygulama yapılması olmuştur. Bu diyalogda gördüğümüz şey “cevap” değil “hikmet”tir. Yani bir şeydeki anlam ve amaçtır.
İkinci ilginç olan şey ise, Rabbimizin kendisine ait ve kendisini ilgilendiren, bir nevi kendi özünde bulunan cevabı vermek yerine Hz. Adem’de bulunan ve varlık ile ilgili olan cevabı vermesidir.
İlgili ayetleri ele alırsak normalde Hz. Adem’in sahip olduğu özellikler ve varlık ile olan irtibatı sorulmuyor melekler tarafından. Rabbimizin neden Hz. Adem’i yaratma ihtiyacı hissettiği soruluyor. Ancak verilen cevap Rabbimiz ile ilgili değil, Hz. Adem ile ilgilidir.
İşin burasında Melekler kendi hadlerini/sınırlarını bildiler ve “Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin…” noktasında durdular.
Ancak söz konusu insan olduğunda belirtmiş olduğumuz gibi en önemli özelliği merak ve arayış içinde olmasıdır. Bunun da sonucu, insanın belli bir sınırda durmamasıdır.
Tarih boyunca, Peygamberler sürekli olarak sorulara muhatap olmuş ve vahiyler ise bu sorulara Peygamberlerin dili ile cevap vermiştir. Ancak sorular ve cevaplar incelenirse, verilen cevapların pratik yaşam ve işin hikmet boyutu ile ilgili olduğu görülecektir.
(Zariyat/56) Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.
(Mülk/2) Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.
Varlığın/insanın yaratılmış olma nedeni ile ilgili sorulacak soruların cevabı sadedinde yukarıda sıralanan ayetler karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu cevaplar da sorularımızın asıl aradığımız cevabı değildir. Bunlar yaşamın hikmeti ve maksadıdır. Cevaplar da insan ile ilgilidir, Allah (cc) ile ilgili değildir. Bu cevapları okuduğumda ben, ne yapmam gerektiğini; yani benden neyin beklendiğini anlıyorum sadece.
Peki, neden böyledir?
Dinin kendi sınırları içinde konu ele alınırsa varlığı iki şekilde sınıflarız:
• Yaratan (Allah)
• Yaratılan (Bilinen tüm evren, varlık)
Yaratılanı da iki sınıfa ayırırız:
• İnsan (yaratılışın bir nevi var olma sebebi/amacı)
• İnsan dışındaki varlıklar (Varlığı, insanın yaratılma gayesi ile olan ilişkisi ölçüsünde anlam kazanan varlıklar)
İnsan dışındaki varlığın var olma nedeni ile ilgili bilinen açıklama şu şekildedir:
(Bakara/29) “O (Allah) ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı, sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. O, (her şeyi bilen) Alim’dir.”
(Casiye/13) “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.”
Ayetlerden anladığımız kadarıyla İnsan haricindeki tüm varlığın varlık nedeni insandır. Ve insanın varlık nedeni ise Allah’a kulluktur.
Bu sınıflar ile ilgili eskiden beri cevabı aranan belli başlı sorular şöyledir:
• İnsan niçin yaratılmıştır?
• İnsan dışındaki canlılar, cansızlar niçin yaratılmıştır?
• İbadetler niçin yapılmalıdır?
• Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin maksadı nedir?
• Allah neden insanlardan bir şeyler istiyor?
• Allah’ın, insanın ibadetlerine ihtiyacı olmadığı halde ibadet etmesini istemesinin nedeni nedir?
• Allah cennet ve cehennemi neden yaratmıştır?
• Allah yeryüzüne ve insana neden aktif bir şekilde müdahale etmiyor?
• İslam ceza hukukunda neden şiddete dayalı uygulamalar vardır?
• Savaş/cihad, kölelik, cariyelik, çok eşlilik, miras hukuku ile ilgili tartışmalara konu olmuş uygulamalar hakkında din ne diyor?
Soru ve konuları ne kadar arttırırsak arttıralım verilecek cevapların hiç birisi özünde Allah (cc) ile ilgili olmayacaktır. Yani şöyle cevaplar alamayacağız:
• Cenneti seviyorum ve ödüllendirmezsem huzursuz olurum. Sevindirerek mutlu olmak istiyorum.
• Cezalandırmak hoşuma gidiyor.
• Bana ibadet eden olmazsa kendimi eksik hissederim.
• İnsanlar dediğimi yapmazsa onlarla baş edemem, onları kontrol edemem.
• Savaştığım ve mücadele içinde olduğum bazı güçler var. Onlarla mücadelemde insanların desteğine ihtiyacım var.
• Sıkıldım ve o nedenle varlığı yarattım.
• Şiddet, taşlama, kesme en ideal ve doğru olan cezalandırma yöntemidir.
İlgili konu ve sorular ile ilgili araştırma yaptığınız ve verilen cevapları, yapılan açıklamaları yan yana koyduğunuz zaman şunu göreceksiniz:
Hepsi, yeryüzü serüveninde bulunan insanoğlunun ıslah olabilmesi, uyumlu yaşayabilmesi, şefkatli-merhametli biri olabilmesi, kendisini kontrol edebilmesi, varlık gayesini unutmaması, Allah ile olan bağını koparmaması, azgınlaşmaması gibi açıklamalar hakkında olacaktır.
İslam özelinde ele alırsak, miladi beşyüzlü ve altıyüzlü yıllarda Mekke-Medine coğrafyasında yaşayan bir topluluk vardı. Onlara kendi içlerinde bir elçi gönderildi. O insanların bünyesine, iyilik-kötülük-güzellik-çirkinlik algılarına, ıslah olabilme yeteneklerine, medeniyet kurabilme potansiyellerine uygun bir vahiy ile muhatap oldular. Ve sonra tarihte bildiğimiz gelişmeler meydana geldi.
Kendi tarihimiz ve kültürümüz içinde, yazımızda ele aldığımız sorulara cevaplar verildiğinde, verilen cevaplar bizzat insanın pratik yaşamı, anlamı, varlık maksadı, yaratan-yaratılan arasındaki kulluk ilişkisi ile ilgili olmaktaydı. Bu cevaplar, çoğu zaman soru sahiplerini tatmin de etmekteydi.
Ancak özellikle felsefi akımların ve aklın ön plana çıkmasının etkisi ile oluşan algı, bu sorulara verilen cevaplar ile tatmin olmadı. Hatta çoğu zaman, soruyu soranlar verilen cevaplar üzerinden hatalı sonuçlara vardılar.
Dinde gördükleri emirleri, yasaklamaları, uygulamaları, ibadet şekillerini Tanrıya/Allah’a yakıştıramıyorlardı. Daha genel bir ifade ile dini ve dini uygulamaları Allah’a yakıştıramıyorlardı. Dolayısı ile varılan sonuç şu olmaktaydı: Böyle bir Tanrı mı olur?
Bu yazıda da ele almaya çalıştığım asıl konu da budur zaten: Dinlerde var olan uygulamalar, emirler, nehiyler, bilinen cevaplar Allah ile ilgili değildir. Vahye muhatap olan insan ve insan idraki ile ilgilidir. Dolayısı ile bir uygulamada veya cevapta gördüğümüz şey, Allah’ın yüceliği değil; insanın sınırlılıkları, özellikleri, idrak seviyesi vb.’dir.
Bu noktada yapılacak araştırmalarda, sorulacak sorularda Allah’ın kendi zatı ile ilgili bir bilgiye ve cevaba ulaşılamaz. Rabbimiz bu bilgiyi ve cevabı insanlık ile paylaşmamıştır diye düşünüyorum.
İnsanın en temel sorunu ve sorusu şu olmuştur: Genelde varlık niçin var olmuştur, özelde ise insan niçin yaratılmıştır?
İşte bu, cevabı alınamayan ve alınamayacak bir sorudur.
Çünkü ilahi vahiyde gündem maddesi hep varlık/insan olmuştur. Allah (cc) kendisinde bulunan ve kendisine ait bilgiyi/cevabı insan ile paylaşmamıştır.
Bunun da iki nedeni vardır:
Birinci neden Allah (cc) ile ilgilidir ve bunu da bilmiyoruz.
İkinci neden insan ile ilgilidir.
İkinci neden ile ilgili şöyle bir örnek verelim:
Dört-beş yaşındaki çocuğunuz, onu neden dünyaya getirdiğinizi sorduğunda ona nasıl cevaplar verirsiniz?